14 Eylül 2014 Pazar

YENİDEN

"O kadar uzun zaman oldu ki...Az sonra her ne vesilesiyle olduğunu hatırlamadığım notlarımı düşüneceğim...Buraya aktarıp aktarmayacağım hakkında...
     Sevdiğim pek çok şeyi sıralayamam ki zaten onlar huzurlu ve mutlular...Neden etkileri kısa sürüyor?...Sevmemenin ise pek çok acıklı hikayesi zihinden bile geçerken aynı acıyı yaşatıyor...Sanırım kişiler hayatta kalmak için bir odak noktası buluyor ve o nokta silinince diğer her şey belki yıkılmıyor ama hazzı ortadan kalkıyor...
     Yeniden kelimesi sevmediğim diğer şeyler içinde...Pek çok aynı hikayenin aynı gelişiminin aynı sonuçları benim için de geçerli olmalı ki en çok da bundan hayıflanıyorum...Bu sıradanlığı o kadar sevmedim ki kendi içinde  dahi sıradan oldu...Olağan durumdan şikayet ederken insan nasıl bunun içinde olur ki...
     Hissizleşmenin de ötesinde devinimin tamamlanmasını beklemek aslında yine beklemek...Ah evet bu da diğer bir kelime "Beklemek"... 
     İnsan yaratıldı, vazifesi kodlandı, özgür bırakıldı ve yaşadı...Her nesilde bu mevcut durumu kıran adını saygıyla-öfkeyle-sevgiyle-coşkuyla-şaşkınlıkla andığımız kişiler de çıktı da diğerlerine cesaret verdi...O diğerlerinden bir kısmı o rutine "hayat" dedi de kimse dışına çıkmadı...Yadsınamaz ki biyolojik gelişimin doğal sonucuydu çünkü...Bir diğeri ise o hayatı yaşama şeklini reddetti mottolarla gettolarda yaşadı...Onu ilke edindi...Bu durum pek çok farklılıkta gibi görünse de aynıydı...
     Her yönetim her düşünce canlı için ve iyilik adınaydı da işte...Hep kötü oldu...Kötü kelimeler kötü şeyler yapanları kötülemeye yetmez ki...
     Çelişkileri sevmek kişiyi dengesiz yapar! ya onun dahi cazibesi var...Görüldü ki sevilen şey çelişki değil de farklılıkları fark ediyor olmak...O sıradan birkaç şeyin hayatında olması ona ne yapacak ki yada şimdi ne yapıyor da o zaman ne elde edecek ya da neden eksik hissettiriliyor...Bu düşünceler rahatlamak için değil zira rahatlatmıyor...Şimdi sonucu belli bir beklemede yeniden...
     Öfke, insanın dürüst bir yanını ortaya çıkarıyor aslında...de işte o kapı bir daha açılmamalı...
   Her zaman olduğundan farklı davrandığında tepkinin boyutuna şaşırıyorsunuz...Evet, güzel bir kelime değil aslında Hayır da demeli çok yerde...
   Yeniden başlamaktan insan yorgun düşüyor...Hem neden başlasın ki... Olmuyorsa zorlamamak meselesi değil...O şansı ilk defada dürüstçe istemişti oysa...Sevmiyorum yeniden...Yol alamıyorsun...Şimdi mevcut verilerle yapacakların sınırlar içine girdi...Oysa ilk defada sınırsızdı...Heyecanlıydı...Şimdi hevesi kalmadı ama biterse de yine üzülecek...Böyle sürümde kalmasındansa bitmesi iyi belki ama o küçük ışık sönünce olabilecek şey pek yok...
Ertelemek...Mazeret...Şanssızlık...Tembellik...
Buraya bunun için gelmiş olamam...
O kadar uzun zaman oldu ki... 
Hep Sonbahardan..."
Yine de yazacağım...

8 Mayıs 2012 Salı

SORUNUMUZ VAR!

Tarihin başlangıcından itibaren devlet örgütünün olduğu her oluşumun karşısında illegal bir muhalif grup yer almıştır. Bu gruplar, devlet içerisinde istismara açık sorunlar üzerinden kendilerine yaşama alanı bulmuşlardır. Hasan Sabbah, Usame b. Ladin, Abdullah Öcalan vs. adları ne olursa olsun bunların hedefleri her dönemde devleti ilga etmek olmuştur. Hastalıklı amaçlarını cahil halk üzerinden gerçekleştirmeye çalışarak hem kamuoyunda kendilerini haklı göstermeye çalışmışlar hem de kullandıkları insanlara Ortaçağ Avrupa’sının karanlığında olduğu gibi sahte cennet, yalan vatan vaat etmektedirler. 
XX. yüzyılın sonlarından itibaren soğuk savaş dönemine girilmesiyle birlikte terörizm kavramı da literatürümüze eklenmiştir. Oysa daha önce de belirtildiği gibi bu türden illegal faktörler hep var olmuş ancak hiçbir zaman amaçlarına ulaşamadıkları gibi devletler için sorun olarak gelişmeyi engellemiş zamanla da marjinalleşmeye mahkûm olmuşlardır. Terörle Mücadele Kanununun ifadesine göre terör; “Baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, Anayasa'da belirtilen Cumhuriyetin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, laik, ekonomik düzenini değiştirmek, Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti'nin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, Devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemlerdir.” Kanunda da belirtildiği gibi terör kavramı bizzat devletin şahsına yönelik eylemlerdir.
         Terörün kaynağının birçok sebebe bağlamak mümkündür. Bu sebeplerden en önemli olanı Türkiye şartları için değerlendirildiğinde sosyo-ekonomik problemler olarak belirlenmektedir. Ancak sosyo-ekonomik problemler burada nedenlerden yalnızca biridir ve bunun asıl kaynağının eğitim eksikliği olduğu görülmelidir. Çünkü eğitimli insanların kimlik bunalımı olmaz. Nereden geldiğini ve hedeflerinin neler olduğunu belli bir kültür çevresine girmiş insanlar bilir. Bu hedeflerini de insan öldürerek, tahribat yaparak, kutsal vatan toprağını parçalamaya çalışarak gerçekleştirmez. Sosyal ve ekonomik şartların düzeltilebileceği de göz önüne alınırsa bu insanlar için neden para kazanmanın en kolay yolu adam öldürmek veya ihanet olsun? Sorunların çözümü, sorunun kaynağının bilinmesi ile büyük ölçüde tamamlanmış olur. Ancak burada sorunun kaynağını tespit etmek aslında en zor işlerden biridir. Çünkü bir doktor tali nedenlerle bir tanıda bulunduğunda hastasının hayatını tehlikeye atmış demektir. Bu nedenle kapsamlı bir araştırmanın ardından bir sonuca varmak gerekir. Bunun dışında hastanın vücudunun da dirençli olması gerekir ki vücudunda mevcut bulunan mikroba karşı mücadele edebilsin. Doktor ile hasta arasındaki bu ilişki, sorunu kaynağı ile birlikte yok etmeye kâfidir. Sorunun kaynağını net bir şekilde tanımlayıp sağlıklı çözümler üretilmediği taktirde bu türden faaliyetlerin devam ettiğini hep birlikte göreceğiz.  Doğru teşhis, dayanıklı bir irade...
       İdeoloji, iç ve dış destek, para ve eleman terör örgütlerini ayakta tutan unsurlardır. Yaşadığımız dönemde terörist faaliyetler, gelişen teknolojiye bağlı olarak etki alanını genişletmektedir.  Bu nedenle terör olayları artık uluslararası boyutta bir tehdit olarak göze çarpmaktadır. Ülkelerin kendileri için tehlikeli gördükleri diğerlerini terörist olarak ilan etmeleri bugünün dünyasının en kolay kendini aklama politikalarındandır. Çünkü terörün beslenme kaynakları da aslında birilerinin aleyhine bu devletlerdir. Bununla ilgili son birkaç yıl içinde demokratikleşmenin ve barışın ancak! savaşla sağlanabildiğini esefle ekranlardan ve gazetelerden takip ediyoruz. Burada haklılık veya haksızlık oranını tartışacak değiliz, ancak bu konuda istatistikî bir veri verebiliriz: On binlerce ölü insan… Burada hemen belirtmek gerekir ki bu durum ülkemizde 80’li yıllarda baş gösteren 90’lı yıllarda en tepeye çıkan 2000’lerde ise yeniden inişe geçen terör olayları ile farklı yapıda gibi görülebilir. Ancak dış destek dediğimiz ve ülkemizde yıllardır birçok aileyi perişan eden terörist faaliyetlerin bugün malum devletler tarafından hala illegal bir oluşum olup olmadığını tartışmaları herhalde oldukça gülünç bir hadisedir. Türkiye’deki terör olayları yalnızca dış destekli olarak ortaya çıkmamıştır. Halihazırda insanlarımızı etnik kökene ayırma çabalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan bir sorunun menfaatler doğrultusunda desteklenmesidir. Burada sorulması gereken soru eğer bir millet olarak kabul ediyorsak sorun Kürtler midir? Ya da bu sorun yukarıda da ifade ettiğimiz türden zaaflar üzerenden üretilen politik senaryoların bir sonucu mudur? Tarihleri boyunca devlet olma bilincine sahip olmayan Ermeniler ilk siyasi oluşumunu ancak XX. yüzyılın başında o da Sovyet Rusya’nın desteğiyle gerçekleşebilmiştir. Benzer bir senaryo Türkiye Cumhuriyeti’nde de oynanmaktadır. Bu kez yönetmenimiz ve aktörlerimiz PKK/KADEK figüranlarımız Kürtler, sponsorlarımız diğerleridir. Bu filmin hazırlık çalışmaları ise 1806 yılında başlamış ancak henüz tamamlanamamıştır. Süleymaniye Kürtlerinden Babanzade Abdurrahman Paşa önderliğinde Kürt istiklalini temin için başlayan Kürtçülük hareketi doğrultusunda; Osmanlı Devleti Döneminde 9, Cumhuriyet Döneminde ise 18 ayaklanma ve isyan meydana gelmiştir:
(Nasturi Ayaklanması (12–28 Eylül 1924 (Kürtler ile ilgili değildir.); Şeyh Said Ayaklanması 13 Şubat-31 Mayıs 1925; Raçkotan ve Raman Tedib Hareketi 9-12 Ağustos 1925; Sason Ayaklanması 1925-1937; I. Ağrı Ayaklanması 16 Mayıs-17 Haziran 1926; Koçuşağı Ayaklanması 7 Ekim 30 Kasım 1926; Mutki Ayaklanması 26 Mayıs-25 ağustos 1927; II. Ağrı Harekatı 13-20 Eylül 1927; Bicar Tenkil Harekatı 7 Ekim-17 Kasım 1927; Asi Resul Ayaklanması 22 Mayıs-3 Ağustos 1929; Tendürük Harekatı 14-27 Eylül 1929; Savur Tenkil Harekatı 26 Mayıs-9 Haziran 1930; Zeylan Ayaklanması Haziran-Eylül 1930; Oramar Ayaklanması 16 Temmuz-10 Ekim 1930; III. Ağrı Harekatı 7-14 Eylül 1930; Pülümür Harekatı 8 Ekim-14 Kasım 1930; Menemen Olayı 23 Aralık 1930 (Kürtler ile ilgili değildir.); Tunceli (Dersim) Tedib Harekatı 1937-1938)[1]
      Kürt Teali ve Terakki Cemiyeti'nin liderleriyle dış güçlerin destek ve teşvikiyle Türk Devleti'ni bölmek ve yıkmak amacıyla bu isyanlar başlamış ve Türk Devleti tarafından bu ayaklanmalar gereği gibi bastırılmıştır. Tarihi seyrini bu şekilde aktardığımız olaylar zinciri nihayet sorunun adının konulmasıyla son bulmuştur! "Demokratikleşmede geri adım atılmayacak", "Kürt sorunu hepimizin sorunudur, çözümü de daha çok hukuk, daha çok demokrasi ve daha çok refahla olur", "Büyük devlet yaptığı hataları kabul eder"… gibi ifadelerde adı konulan sorunumuzun çözüm yolları da bir nebze açıklanmaktadır. Bugün bu olağanüstü durumun sonuçları Avrupa’da ayakta alkışlanırken sizleri yakın tarihimize götürmek istiyorum. Tanzimat’ı, Islahat Fermanı’nı ve diğerlerini anımsadınız mı? Globalleşen dünyamızda sorunların da evrensel yöntemlerle çözümlendiği bugünlerde bizleri daha nelerin beklediğini hep birlikte göreceğiz. Bunlardan en yakın olanı şu günlerde gerçekleşecek olan AB Parlamentosunun gündemlerinden birini oluşturuyor: Sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu Avrupa Birliği-Türkiye Sivil Komisyonu (EUTCC) 19–20 Eylül 2005’te 'Türkiye'nin AB'ye katılımı: İnsan Hakları ve Kürtler' konulu ikinci uluslararası konferansı Brüksel'de AB Parlamentosunda toplanacaktır…
       Son olarak hepimizin ortak düşüncesi olduğunu bildiğim şu fikri yinelemek isterim. “Terörün dini de milleti de olmaz.”



[1] Türkiye Cumhuriyeti’nde Ayaklanmalar 1924–1938, (Haz. Reşat Hallı), Genel Kurmay Harp Tarihi Başkanlığı, Ankara, 1972.

AYINTAB’IN KURTULUŞU ve ŞEHRE GAZİLİK UNVANININ VERİLMESİ

Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesiyle yenilmiş bir halde savaştan çekildi. Bu tarihten itibaren İtilaf Devletleri, Mütarekenin 7. maddesine dayanarak Osmanlı Devleti’ni hızla işgal etmeye başladılar. 13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri’nin savaş gemileri Dolmabahçe önünde demirledi. Aynı ay içinde Çanakkale Boğazı istihkâmlarına el koydular. Musul, İskenderun, Mersin Aralık ayında, Ocak 1919’da Ayıntab, Şubat 1919’da Maraş, Mart 1919’da Urfa, işgal edildi. Ocak 1919’da Kars, Ardahan, Batum ise boşaltıldı. Nisan 1919’da İtalya’nın Antalya civarındaki işgalleri üzerine Mayıs 1919’da İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edildi. İtilaf Devletlerinin birkaç ay içinde gerçekleştirdikleri işgallerin sosyal, siyasi, ekonomik ve askeri olmak üzere pek çok nedeni ve sonucu oldu. Ancak bu yıkıma rağmen Anadolu’da işgallere karşı direnen bir halk oluşumu meydana gelmeye başladı.
Güneydoğu Anadolu’nun en büyük vilayeti olan Ayıntab, stratejik konumuyla İtilaf Devletleri için oldukça önemli bir bölgedeydi. İngiltere için “Hindistan yolu”, Fransızlar için ise “Demiryolları” güzergâhında olması bu iki devletin bu bölgede etkin rol oynamasına neden oldu. Ayıntab’ın Mütarekeden sonraki geleceği için planlar, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşındaki akıbeti belli olmadan çok önce 1912 yılında yapılmıştı. Ancak İngiltere’nin Ortadoğu’daki planları Mekke Şerifi Hüseyin ile yaptığı anlaşmayla Fransızlar lehine değişti. Böylece, Mayıs 1916'da, Sykes-Picot Antlaşması adı verilen yeni bir İngiliz-Fransız antlaşması imzalandı. Bu antlaşmada paylaşılacak alanlar yeniden belirlendi. Buna göre;
- Bağdat ve Basra’yı kapsayan Irak ile Filistin İngiltere’ye,
- Suriye, Kilikya, Ayıntab, Maraş ve Urfa Fransa'ya verildi.
- Musul ve çevresine Fransızlar, Irak'tan Filistin'e dek uzanan bölgeye de İngilizler "nezaret" edeceklerdi.
- Arap Yarımadası’nın geri kalan bölümünde ise Mekke Şerifi Hüseyin'in yönetiminde bir Arap devleti kurulması öngörülüyordu.
a- İNGİLİZ IŞGALİ
Mondros Mütarekesi imzalanınca, İtilaf Devletleri, paylaştıkları alanlara doğru harekete geçtiler. Fakat Musul’un Fransız "nezaretine" bırakılmasını isteksiz olarak kabul eden İngiltere, 1 Kasım 1918, Irak'taki güçlerini harekete geçirerek Musul'a girdi ve 8 Kasım’da da Musul’u ele geçirdi. Bu durum mütareke şartlarına da aykırı bir durum idi. Fransızlara baskı yaparak Musul üzerindeki isteklerinden vazgeçmelerini sağlamaya çalışan İngilizler, 6 Aralık 1918'de Kilis'i işgal etti. İngiliz birlikleri bu kez Ayıntab'a yöneldiler ve 17 Aralık'ta bu şehre girdiler. İşgalin nedeninin İngiliz süvari birliğinin ihtiyaçlarını karşılamak olduğunu gerekçe göstererek bölgede baskıya başladılar. Bu baskılarda, Kilis'te olduğu gibi, ayrılıkçı Ermeniler büyük rol oynadılar. 23 Ocak 1919'da Ayıntab Hükümet Konağı, İngiliz askerlerince işgal edildi. Kentin ileri gelenleri ve aydınları, çeşitli bahanelerle Halep ve Mısır’a sürüldüler.
28 Şubat 1919'da Halep'te patlak veren bir olayın Kilislilerce kışkırtıldığını ileri süren İngilizler, burada yoğun bir tutuklama başlatınca, Belediye Başkatibi Tahsildar Ahmet Rami Efendi, İngiliz İşgal Komutanlığına bir mektup göndererek bu tutumu protesto etti ve "Haksız olarak işgal edilen anavatanımızda insanlık onurunu ve uygar düşünceyi ayaklar altına alıyorsunuz" diye uyarıda bulundu. Ayıntab'da ise işgali kınayan büyük bir miting düzenlendi. Mitingde konuşan Belediye Başkanı Lütfü Bey, halkın bu işgali kabul etmediğini ve durumun Barış Konferansı’nda duyurulacağını belirtti. Mitingin hemen ardından da, Bülbülzade Hacı Abdullah Efendi'nin başkanlığında, "Cemiyet-i İslamiye" adında bir örgüt kuruldu. Cemiyet-i İslamiye ilk olarak işgalin mütarekeye aykırı olduğunu protesto ile Fransızlara bildirdi ve mitingler düzenledi.
b- FRANSIZ İŞGALİ
İngilizlerin yaklaşık bir yıl süren Ayıntab işgali, Fransızların tepkisine yol açtı. İngilizlerin bu bölgeyi derhal terk etmelerinin nedeni; 15 Eylül 1919'da Paris’te imzalanan Suriye ve Kilikya’da işgal kuvvetlerinin değiştirilmesine ilişkin "Suriye İtilafnamesi" ve İngiliz işgal kuvvetleri içerisinde görev alan Müslüman askerlerin herhangi bir çatışmada Türkleri destekleyeceği endişesidir. Ancak, askeri bir harekâta kalkışmaktan çekinen Fransız Hükümeti, sorunu görüşmeler yoluyla çözmeye çalıştı ve Eylül 1919'da yapılan bir antlaşmayla da Musul üzerindeki "nezaret hakkı”ndan vazgeçti. Antlaşmanın ardından da, İngilizler önce Suriye'yi, daha sonra da Ayıntab, Urfa ve Maraş’ı boşalttılar. Fransız Generali E. Bremond’un “Tarihimizde Fransa’nın başına konan talih kuşunu bir defa daha ürkütüp kaçırdığı elemli bir devre” dediği Kilikya olarak adlandırılan bölgenin işgali bu şekilde kararlaştırılırken, Mustafa Kemal Fransız işgalini, “haksızlık üstüne haksızlık” olarak nitelendirdi ve “Göç doğru değildir. Milli örgütlenişi genişletin. Her türlü haksızlığı protesto ve icabında fiilen reddedin” talimatını verdi.
29 Ekim’de Ayıntab’a giren Fransızları, Ermeniler karşıladı. Şehrin devir teslimi tamamlandıktan sonra İngiliz ve Fransız komutanlarının yayınladıkları 5 maddelik beyannamede; Paris İtilaf Meclisinin kararıyla İngiltere’nin Ayıntab’ı Fransa’ya bıraktığını, ayrı mezheplere mensup bütün halkın işlerine devam edebileceğini, amaçlarının Osmanlı Hükümetinin icraatta bulunmasının sağlanması olduğunu belirttiler. Bu durum Wilson Prensiplerine uygun olarak İngiliz-Fransız anlaşması olarak yorumlandı. Suriye İtilafnamesi uyarınca Fransızlar, 5 Kasım 1919 Cuma günü Ayıntab'ı işgal ettiler. 9 Kasım 1919’da Mustafa Kemal, bir telgraf ile bütün idari amirlere ve Müdafaa-i Hukuk şubelerine işgali dünya kamuoyuna ve Amerika’ya protesto etmelerini duyurdu. İşgalin ilk günü, bir Ermeni tercümanla şehre inen bir Fransız subayının, Akyol Camiinde asılı Türk Bayrağı'nı zorla indirtmesi, şehirde infial uyandırdı ve halk galeyana geldi. Bu hareket büyük bir miting ile Fransızlar nezdinde protesto edildi. Fransız İşgal Komutanına gönderilen protesto mektubuna rağmen Fransızlar baskıcı tutumlarını sürdürdüler. Ermenilerin aleyhte propagandalarının yanında resmi binalara Türk bayrağı çekilmesi yasaklandı ve resmi binaların kapılarına yörenin adının “Kilikya” olarak değiştirildiğini belirten tabelalar asıldı. Fransızlar halkın tutumunun kitlesel bir tepkiye yol açabileceğini bir süre sonra fark ettiler ve işgal birliği içindeki Ermeni Taburunu bir Cezayir Avcı Taburuyla değiştirdiler.
Ayıntab’daki baskılar yalnızca yerel halkın değil, Diyarbakır’daki XIII. Kolordu Komutanı Miralay Ahmet Cevdet Bey'in de tepkisine yol açtı. Ahmet Cevdet Bey, Fransızların tutumunu art arda gönderdiği sert notalarla protesto etti. Mustafa Kemal’in “sonuçta milletin galip geleceği ve halkın işgale direnmesi” çağrısı ile Ayıntab’da, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin, Heyet-i Merkeziye adıyla bir kolu kuruldu. Bu cemiyet, önce Cemiyet-i Milliye sonra Müdafaa-i Hukuk adını aldı ve Mustafa Kemal’in direktifi ile kurulmuş olan ve ülkede “Kuvvâ-yı  Milliye olarak adlandırılan teşkilata dönüştü. Ayıntab adına Kara Vasıf Bey'in katıldığı Sivas Kongresi'nden sonra, “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Ayıntab Şubesi” adını alan Cemiyet-i İslamiye, İtilaf Devletlerine ve İstanbul Hükümeti'ne işgali protesto etti. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin askeri yapısını oluşturma görevini, Kilisli Yusuf Rıza Bey (Arslan) ile Yüzbaşı Kamil Bey (Polat) üstlendiler. 1919 sonlarında, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, direniş çalışmalarının büyük bir alana yaydı.
Bir yandan Maraş’ta diğer yandan Urfa’da Fransızlara karşı başlatılan direnişin Ayıntab ve bölgesi için miladı 12 Ocak 1920’dir. 7 Ocak’ta Eloğlu, 12 Ocak’ta Arapcar Köyü, 20 Ocak’ta ise Karabıyıklı’daki baskınlar ile yıpranan Fransız kuvvetlerinin korkulu rüyası 24 Mayıs 1920’deki vefatına kadar Molla Mehmet adındaki “Karayılan” lakaplı bir aşiret reisidir.  Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kararı gereği Ayıntablılar, Ermeni ve Fransızlarla herhangi bir ticari işe girmediler. Gereksinimlerini dışarıdan sağlamak zorunda kalan işgal kuvvetleri Kilis’ten bu ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştılar. Daha önce bu durumu hesap eden Muvazzaf Teğmen Şahin Bey, Kilis-Ayıntab yolunu kapattı. Burada hiçbir Fransız konvoyunun geçmesine izin verilmedi. Fransızlar, ikmallerini devamlı olarak Ayıntab-Kilis yolunu kullanarak yaptıklarından burası önem taşımaktaydı. Heyet-i Merkeziye aldığı tedbirlerle Maraş yolunu Fransızlara kapattıktan sonra Fransızların tümen karargâhı olan Katma’dan ve Kilis Garnizonu’ndan Ayıntab’a gelecek yardımlar önlendi. Ayıntab Savunması’nı her şeyin üstünde tutan Şahin Bey, Çapalı Köyüne giderek burayı merkez yaptı ve bir süre sonra yolun kontrolünü tamamen sağladı. 3 Şubat 1920’de Ayıntab’a gitmek üzere Kilis’ten hareket eden 300 kişi ve 150 arabadan oluşan bir grup, Şahin Bey kuvvetleri tarafından bertaraf edildi. 4 Şubat’ta Kilis yoluna hâkim olan milis kuvvetler, telgraf hatlarını tahrip ederek Fransızların Kilis ile olan bağlantısını kesti. Aynı şekilde Karayılan vasıtasıyla Ayıntab-Maraş yolunun da bağlantısı kesildi. Şahin Beyin önderliğindeki direniş kuvvetinin baskısı nedeniyle Fransızlar işgal etmek için girdikleri Ayıntab'da tutsak durumuna düştüler. Ayıntab Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, 28 Şubat’ta Fransız Komutanına verdiği notada, kentte güvenliğin korunması için şu koşulları öne sürdü:
1- Ayıntab'daki Ermeni askerlerinin geri gönderilmesi.
2- Yerel Türk yönetimine müdahale edilmeyeceğine ilişkin güvence verilmesi.
3- Ayıntab'e yeni birlik getirilmemesi.
4- Güvenliğin korunması için, kente iki Türk taburunun getirilmesi.
Bu gelişmeler üzerine, Ayıntab garnizonuna erzak nakline memur edilen Andreas, 25 Mart’ta Kilis’ten hareket etti. Bu yiyecek konvoyunda  askeri gereçlerin yanında 2500 asker de bulunuyordu. 26 Mart sabahı Fransızların taarruzuna karşılık veren Şahin Bey komutasındaki milis kuvvetleri bu taarruzdan Ayıntab’ın kuzeyine çekilmek zorunda kaldılar. Fransızlarla ilk önemli çarpışma, Kızılburun Tepelerinde, Kilis Kuvvâ-yı Milliye kuvvetlerinin de işbirliği ile yapıldı. İkinci büyük çarpışma, Kertil civarında oldu. Fransızların baskın olmaları nedeniyle milis kuvvetleri çekilmek zorunda kaldılar. Elmalı Köprüsü’nde Şahin Bey, Fransız piyadelerinin süngü darbeleri altında 28 Mart 1920 tarihinde şehit düştü. Onun şahadeti üzerine Milli Kuvvetler Ayıntab’ın kuzeyine doğru çekildiler. Şahin Bey’in şehit olması ve Türk kuvvetlerinin yenilmesinden sonra Mustafa Kemal’in emri üzerine Sivas’tan hareketle Maraş’a gelmiş olan Kılıç Ali Bey, Ayıntab Heyet-i Merkeziyesinin isteği üzerine buradan Ayıntab’a gönderildi. Bu durum Ayıntablıların maneviyatını yeniden yükseltti. Ayıntab’daki Milli Kuvvetlerin bir komuta altında birleştirilmesini planlayan Kılıç Ali, böylece Ayıntablıların savunma gücünü artırdı. 1-2 Nisan günlerinde Kilis’e dönen Fransız askerlerine taarruz  eden Ali Bey 4 Nisan’da şehrin müdafaa hatlarını düzenledi. 28 Nisan’da IX. Kafkas Alayının Ayıntab’a gelmesi savunmaya güç kattı. 26 Nisan’da Mağarabaşı ve 2 Mayıs’ta Kurbanbaba Tepesi taarruzuna başarılı mukavemet eden milis kuvvetlerin başarıları 22 Mayıs’ta Akbaba’da meydana gelen çarpışmalarda aynı sonucu doğurmadı. Aylardır Anadolu harekatını tamamlayamayıp, güçlerini Suriye’ye kaydırmayı başaramayan Fransızlar, 28 Mayıs 1920'de Ayıntab Kuvvâ-yı  MilIiye Komutanlığına bir telgraf çekerek ateşkes teklifinde bulundu. Ankara Hükümeti, 30 Mayıs -18 Haziran 1920 arasını kapsamak üzere, FransızlarIa bir ateşkes antla§masl imzaladığını bildirdi. Antlaşmaya göre, Fransız birlikleri 20 gün içinde Adana, Mersin ve Tarsus dışındaki bütün işgal bölgelerini boşaltacak ve tutsaklar serbest bırakılacaktı. Ateşkes boyunca her iki tarafta da hükme aykırı bir tutum görülmedi. Ancak ateşkes süresinin bitmesi ve Fransa’nın barış antlaşması için yanaşmaması durumun iyi niyetten ibaret olmadığı izlenimini verdi. Bunun üzerine Maraş ve Adana Cephesi, Ayıntab’daki Fransız müfrezesine 29 Temmuz 1920’de taarruzda bulundu. Ayıntab Taburu Komutanı Yüzbaşı İsmail Hakkı Bey bölgede ilerlemeye başladı. Çatışmaların alevlendiği sırada Fransızlar, 11 Ağustos 1920’de şehrin iki saate kadar kayıtsız şartsız teslimini ve bütün hükümet memurlarının, Kuvvâ-yı Milliye Komutanının, Heyet-i Merkeziye üyelerinin ve diğer ileri gelenlerin Fransız Komutanlık karargâhına gelmelerini, bütün kuvvetlerin silahları ile birlikte teslim olmalarını bildirdiler. Fransızlar, Ayıntab halkı isyan ettiği için ceza olarak 1,5 milyon altın lira tazminat istediler. Kabul edilmediği takdirde şehre büyük kuvvetlerle saldıracaklarını ve şehri topa tutacaklarını bildirdiler. Ayıntablılar tarafından kabulüne imkân olmayan bu şartlara karşılık Kuva-yı Milliye Komutanı Özdemir Bey “Sizin bayrağınızın altına girecek hiçbir Türk düşünemiyorum. Ayıntab halkı ya ölmeyi ya da vatanını kurtarmayı kendisine bir düstur olarak kabul etmiştir.” dedi. Fransız kumandanlarına bu cevap verildikten iki saat sonra mutasarrıflığa ikinci bir resmi nota gönderildi. Bu notada şehrin derhal teslim olması ayrıca Fransızların mertliğinden, âlicenaplığından, maksatlarının halkın refah ve saadeti olduğundan bahsedilerek şehrin teslimine işaret olmak üzere kalenin güney burçlarından birine beyaz bayrak çekilmesi istenmekteydi.
Aynı gün Ayıntab Heyet-i Merkeziye’sine Kılıç Ali Bey tarafından bir telgraf geldi. Bu telgrafta bölgeye yeni kuvvetler sevk edileceği bildirilmekteydi. “Mümkün kuvvetlerin yola çıkarılması için lazım gelenlere emir verilmiştir. Bu kuvvetlerin vusulüne kadar aman kardeşlerim, fevkalade sebat, metanet ve mukavemet gösteriniz. İnşallah muvaffak olacaksınız. Cümlenize muvaffakiyetler temenni ederim fedakâr kardeşlerim. 6 Ağustos 1336. Kılıç Ali”
Yayınlanan bildiriyi kuvvetlendiren bu telgraf, halkın direnme isteğini bir kez daha tazelemişti. Kuşatma başladıktan sonra Ayıntab halkı içerisinde büyük bir açlık baş gösterdi. Heyet-i Merkeziye bu durum karşısında bir açlık beyannamesi yayınlayarak, dışarıdaki birliklerden bir kez daha yardım istedi. Fransızlar açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Ayıntab halkını tehdide başladı. 1 Ocak 1921 günü General Gouraud, Ayıntablılara teslim olmaları teklifini yineledi. Bu teklifte, Sevr Antlaşmasının uygulanmasını istiyordu. Fransız idaresi tanınacak, cephane ile adları verilen kişiler teslim edilecekti. Bu teklifte diğer teklifler gibi kabul edilmedi.
Fransız muhasarasının artması sonucunda, Ayıntab’ı müdafaa eden şehir içindeki birlikler bir huruc hareketi yapmaya karar verdiler. II. Kolordu Komutanlığı böyle bir baskın hareketinin 4-5 Şubat gecesi yapılmasını uygun buluyordu. Fakat harekât, şehir içindeki müdafilerin hazırlıklarını tamamlayamaması nedeniyle yapılamamıştı. Bunun üzerine II. Kolordu Kumandanı Kurmay Albay Selahattin Adil Bey, 6-7 Şubat 1921 gecesi Ayıntab müdafilerine gönderdiği emirde: “…Bu gece kuşatma hattını yarıp çıkmadığımız takdirde dışarıdaki kuvvetlerin sizlere bir daha yardım imkânı olmayacağını kesin olarak bildirmek zorundayım. Harekat saat 18.00’de topçu ateşimizle başlayacaktır. Yiyeceklerinizi içerde kalanlara terk ediniz. Sizin her halde çıkmanızı rica ederim.”dedi.
Bu karar üzerine dışarıya çıkacaklar Ahmet Çelebi’de toplandı. Bunlar da huruc hareketine iştirak edenleri takip edeceklerdi. Huruc Hareketi, Salavat yokuşuna ve Perilikaya istikametine doğru hazırlandı. Bu harekâta Mustafa Fevzi Bey komutasında Yıldırım Taburunun birinci, ikinci ve üçüncü bölükleri ile semt efradı iştirak etti. Müşterek hareket bütün hazırlığı ile tamamlandıktan sonra, 6 Şubat’ta 5 subay 450 oluşan ilk kafile çıkış hareketinde başarılı oldu. Ayıntab halkı ve müdafiler, iaşe yardımı yapıldığı takdirde çıkış yapmak istemediklerini ve savunmaya devam edeceklerini bildirdiler. Ancak buna imkân olmayacağı anlaşıldığından müdafilerden arzu edenlerin her an kılavuzlarla çıkış yapabileceklerini bildirdi. 7-8 Şubat 1921 gecesi de 50 kadar savaşçı Ayıntab’dan dışarıya çıkmaya muvaffak oldu. 8 Şubat 1921’de aralıklı atışlar devam ederken, aynı günü sabahı Özdemir Bey ve hükümet erkânının dışarı çıktıkları öğrenildi. Halk telaşa düştü. Şehrin ileri gelenleri, Heyet-i Merkeziye Reisi Ferid Bey olduğu halde, hastane haline gelen Şeyh Camii’nde toplandılar. Uzun tartışmalardan sonra şehrin tesliminden başka bir çıkar yol olmadığına karar verdiler. Şehrin teslim şartlarını görüşmek üzere Fransız kumandanlarına bir mektup yazarak randevu istendi. Kararlaştırılan saatte Dr. Mecit Bey başkanlığındaki Türk Heyeti Fransız karargâhına gitti. Uzun görüşmeler ve tartışmalardan sonra teslim anlaşması hazırlandı. Heyet, Şeyh Camiinde toplanan şehrin ileri gelenlerine, yeni şartları okuyup anlatarak imza için yetki istedi. 9 Şubat 1921 Çarşamba günü saat 10.00’da Fransız Karargahına giden delegeler bir gün önce hazırlanan şehrin teslim protokolünü imzaladılar. Teslim protokolüne göre: “… Ayıntab Fransız mandası altına girecek, ordu birlikleri harp esiri olarak kabul edilecek, bütün silah ve harp gereçleri Fransızlara teslim edilecek, Türk olsun Ermeni olsun bütün halka eşit işlem yapılacak ve güven altında bulundurulacaktı…”. Bu protokolden sonra Fransızlar 10 Şubat 1921’de şehre girdiler. Kendilerince asayiş bakımından gerekli gördükleri yerlere karakollar yerleştirdiler. Halkın gönlünü kazanmak için Hükümet civarına kamyonlarla un, şeker, yiyecek getirerek halka dağıttılar. Fırınları açarak ekmek yaptırıp muhtaçlara parasız verdiler.
GAZİLİK UNVANIN VERİLMESİ (6 Şubat 1921)
Ayıntab Kuvvâ-yı Milliye Komutanlığının bir “huruc” harekâtıyla kenti boşaltmayı kararlaştırdığı gün, Türkiye Büyük Millet Meclisi de yalnız kendi gücüne dayanarak Fransız işgaline 10 ay boyunca geçit vermeyen Ayıntap Kenti'nin onurlandırılmasını oy birliğiyle benimsedi. Fransız kuvvetlerine karşı şehrin, savunmasını bu uğurda verdiği 6317 şehide rağmen yılmadan, cesaretle sürdürmesi ve eşsiz bir direniş göstermesi nedeniyle 6 Şubat 1921 tarihinde 93 Sayılı Kanun ile Büyük Millet Meclisi tarafından “Gazilik” unvanına layık görüldüğünden “Gaziayıntab” oldu. 1928 yılında ise şehrin adı “Gaziantep” olarak değiştirildi.
ANKARA İTİLAFNAMESİ (20 Ekim 1921)
Gerek İngiltere’de, gerekse Fransa'da, 10 Ağustos 1920’de yapılan Sevres Antlaşması'nın yeniden gözden geçirilmesi gerektiği düşünüyordu. Bu amaçla yeni bir görüşme ortamı doğdu ve bu soruları yeni bir temelde ele almak amacıyla Londra'da bir konferans düzenlendi. Konferansa Ankara Hükümeti adına Bekir Sami (Kunduk) Bey katıldı. Bekir Sami Bey, uzun görüşmelerden sonra, 15 Mart 1921'de Fransız delegeleriyle bir antlaşma imzaladı. Bu antlaşmaya göre, ekonomik bazı ayrıcalıklar karşılığında, Ayıntab ve Kilis Türklere bırakılıyordu. Ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi, Fransızlara ayrıcalık tanıyan bu antlaşmayı onaylamadı.. Fransızlar, Ankara Hükümeti ile anlaşma girişimlerini daha sonra da sürdürdüler. Yunanlıların Sakarya yenilgisinden sonra bu girişimler daha da yoğunlaştı. Fransız temsilcisi Franklin Bouillon'un özel çabaları sonucunda, 20 Ekim 1921'de Ankara'da bir antlaşma imzalandı. 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara İtilafnamesi’ne göre TBMM ve Fransız Hükümeti arasında Türk-Fransız cephesindeki faaliyetleri durduruldu. Güney sınırımızın taslak olarak belirlenmesine karar verildi. Ancak asıl politik kararları Lozan antlaşmasına bırakmıştır. Bu antlaşmaya göre;
Madde 1) Her iki taraf işbu anlaşmanın imzalanmasından itibaren aralarında harbin sona ereceğini bildirirler. Ordular, mülki memurlar, ahali keyfiyetten derhal haberdar edilecektirler.
Madde 2) İşbu anlaşmanın imzasını müteakip, her iki tarafın harp esirleriyle mevkuf veya mahpus Türk, Fransız bütün şahıslar serbest bırakılacak ve kendilerini, tevkif eden taraf yol masrafını ödeyerek gösterilecek en yakın şehre gönderilecektir.
Madde 3) İşbu anlaşmanın imzasından başlayarak, en geç iki ay içinde Fransız kıtaları 8. maddede de yazılı hattın güneyine ve Türk kıtaları da kuzeyine çekileceklerdir.
Madde 4) 3. maddede belirtilen müddet zarfında seçilecek bir karma komisyon bu maddenin ne şekilde tatbik olunacağını tespit edecektir.
Madde 5) Her iki taraf boşaltılan arazide, buranın işgalini müteakip genel af ilan edecektir.
Madde 6) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Misak-ı Milli’de açıkça tanınan azınlıklar haklarının, bu hususta müttefikler ile bunların düşmanları ve bazı dostlar arasında yapılmış mukavelelerdeki esaslara dayanarak, kendi tarafından teyit olunacağını bildirir.
Madde 7) İskenderun Bölgesi (Hatay) için özel bir idare usulü tesis olunacaktır. Bu mıntıkanın Türk ırkından olan ahalisi kültürlerinin inkişafı için her türlü teşkilattan faydalanacaklardır. Türk lisanı orada resmi dil olacaktır.
Madde 8) 3. maddede zikredilen hat: İskenderun körfezinde Payas'tan başlayarak Meydan-ı Ekbez-Kilis-Çobanbeyli İstasyonuna gidecek ve demiryolu Türkiye'de kalmak üzere Çobanbeyli'den Nusaybin'e varacaktır. Payas ile Meydan-ı Ekbez ve Çobanbeyli istasyonları Suriye'de kalacaktır. İşbu anlaşmanın imzasından itibaren bir ay içinde mezkur hattı tespit etmek üzere her iki taraf delegelerinden mürekkep bir komisyon seçilecek ve bu komisyon tespit muamelesine nezaret edecektir.
Madde 9) Osmanlı sülalesinin kurucusu Sultan Osman'ın dedesi Süleyman Şah'ın Caber kalesinde bulunan ve Türk mezarı ismiyle belirli türbesi müştemilatı ile Türkiye'nin malı olacak ve Türkiye oraya muhafızlar koyacak ve Türk bayrağı çekecektir.
Madde 10) Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, Pozantı ile Nusaybin arasındaki Bağdat demiryolu parçasını, Adana ilinde yapılmış bulunan şubelerin işletme hakları ile beraber bütün ticaret ve ulaştırma işlerini Fransa Hükümeti'nin göstereceği bir Fransız grubuna vermesini kabul eder. Türkiye Hükümeti Meydan-ı Ekbez'den Çobanbeyli'ye kadar Suriye arazisinde demiryolu ile askerî ulaştırma yapacaktır.
Madde 11) İşbu anlaşma yürürlüğe girdikten sonra seçilecek bir karma komisyon Türkiye ile Suriye arasındaki gümrük işlerini düzenleyecek, bu işlem yapılıncaya kadar her iki hükümet hareketinde serbest olacaktır.
Madde 12) Türkiye ve Suriye, Kırık suyundan hakkaniyet üzere faydalanacaklardır. Suriye Hükümeti, masrafı kendisine ait olmak üzere Fırat nehrinin Türkiye kısmından su alabilecektir.
Madde 13) Madde 8 de belirtilen hududun her iki tarafında oturan yerli ve yarı göçebe halk buradaki otlaklardan faydalanacak veya emlak, araziye sahip bulunanlar eskisi gibi haklarını kullanmaya devam edeceklerdir. Bunlar işletme ihtiyaçları için serbestçe ve hiç bir gümrük veya otlak resmi ve ne de başka bir resim vermeksizin hayvanlarını, araçlarını, tohumlarını ve bitkilerini taşıyabileceklerdir. Bunlara ait vergileri oturdukları memlekette ödemeleri kararlaştırılmıştır."
KAYNAKÇA: ABADİE, Türk Verdün’ü Gaziantep, Antep’in Dört Muhasarası, (sadeleştiren, Şakir Sabri YENER, Gaziantep, 1959; APAYDIN, Ahmet, “39. Yıldönümünde Karayılan”, C: II, Gaziantep Kültür Dergisi, 1959; AYBARS, Ergün, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi I, İzmir, 1986; BAYAZ, Hüseyin, Antep Savunması Günlüğü, İstanbul, 1994 BÜYÜKOĞLU, Yaşar, “Karayılan'ın Gaziantep Savunmasındaki Faaliyetleri”,Gaziantep Üniversitesi Yayınları - 75.Yılında Gaziantep, Ekim, 1999; aynı yazar, “Gaziantep'in Son Günleri ve Düşüşü”, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı - Tarih Dergisi, Şubat, 2000; DAİ, Adil, Olaylarla Gaziantep Savaşı, Gaziantep 1992; GÖMEÇ, Sadettin, Milli Mücadelede Gaziantep, Ankara, 1989 Karal, Enver Ziya, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi (1918-1944), İstanbul, 1945; LOHANLIZADE, M. Nureddin, İstiklal Sevgisinin Abidesi-Gaziantep Müdafaası, Gaziantep, 1974; ÖZÇELİK, İsmail, Milli Mücadele’de Anadolu Basınında Güney Cephesi, Ankara, 2005; ÖZTÜRK; Ayhan, Milli Mücadele’de Gaziantep, Kayseri, 1994; ÖZKAYA, Yücel, Milli Mücadele Tarihi-Makaleler, “Güney ve Güney-Doğu’da Savunmalar ve 1920 Senesindeki Siyasi Olaylar”, Ankara, 2002; SARAL, A.Hulki, Türk İstiklal Harbi, Güney Cephesi, C.IV, Ankara, 1966; SARAL, Hulki,Tosun Saral, Vatan Nasıl Kurtarıldı?, Ankara, 1970, SOLMAZ, Mehmet; Karayılan, 1963; SOYSAL, İsmail, Türkiye’nin Siyasi Antlaşmaları, C.I, (1920-1945), Ankara, 1983; ŞOPOLYO, Enver Behnam, Kuvvâ-yı Milliye Tarihi, Ankara, 1957; TANSEL, Selahattin; Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, C.III, UZEL, Sahir; Gaziantep Savaşı’nın İç Yüzü, Ankara, 1952; GOLOĞLU; Mahmut; Cumhuriyet’e Doğru (1921-1922), Ankara, 1977; TUNCEL, Metin; “Gaziantep”, DİA, İstanbul, 1996; T.H., Ayıntab, İA, C.II, İstanbul, 1945; “Yurt Ansiklopedisi, “GaziAyıntab”, C.IV, İstanbul, 1982; ÜNLER, Ali Nadi, Gaziantep Savunması; İstanbul, 1969; Ünal, Tahsin, Türk Siyasi Tarihi, Ankara, 1958; TOSUN, Ramazan; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Kayseri, 1997; YETKİN, Hulusi-Mehmet Solmaz, Gaziantep Savunmasında Şehit Şahin’in Yeri, Gaziantep 1963, Aynı yazar, Gaziantep Türklüçüğünün Bayrak Şehidi Şahin Bey, Gaziantep 1970; YÖK Yayınları, 1/I; Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi; YALÇIN, Semih, Türk İnkılap Tarihi ve Atatürk İlkeleri, Ankara, 2004.











ÇORUM’DA İLK CUMHURİYET BAYRAMLARI

Tarih boyunca insanlık daha iyi bir yaşam tarzı temin edecek beşeri sistem arayışları içerisinde olmuştur. Bu sistemler öncelikle ütopik olarak ortaya çıkmış daha sonra hayata geçirilmiştir. Gelinen son nokta ise öncekilerin en iyisidir. Cumhuriyet rejimi de ilk çağlardan itibaren ülkeler arasında nitelik ve içerik olarak farklılık gösteren bir sistem olarak karşımıza çıkar. Zamanla demokrasi mefhumu ile birlikte yoğrulan cumhuriyet rejimi Türkiye Cumhuriyeti de dâhil olmak üzere daha çok batı toplumlarında uygulama alanı bulmuştur.
      Basit tanımı ile “seçilmiş başkan idaresinde bulunan yönetim” anlamındaki cumhuriyet, en güzel ifadesini “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” tanımında bulmuştur. Türk milletinin de genel karakterine uygun olan bu sistem, mahiyeti ta onuncu yüzyılda  Kutatgu Bilig gibi eserlerde teorik olarak anlamlandırılmış ise de resmen 29 Ekim 1923 tarihinde bir Türk devletinin adı olmuştur.
     Cumhuriyet idaresinin ülkelere intikali Fransız ihtilalinden sonraki yıllara rastlar. On dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren batılı devletlerle olan ilişkilerin siyasi, askeri ve kültürel olarak ilerlemesi Osmanlı aydınlarının bu düşüncelerle yoğrulmasına neden olmuş ve 1876 yılında Osmanlı Devletinde ilk parlamento kurulmuştur. Fakat Osmanlı Devleti aleyhine gelişen askeri ve siyasi olaylar 1918 tarihinde bu devletin fiilen sona ermesine sebep olmuştur.
    İşte Mustafa Kemal Atatürk, böyle bir ortamda yetişmiş, aldığı eğitim ve edindiği birikimlerle bir ulusun yıkılıp yok olmasına duyarsız kalmamıştır. Tüm müessesleriyle iflas etmiş olan Osmanlı Devletinde milli iradeyi esas kılarak, milli mücadelenin ilk adımını 1919 yılında IX. Ordu müfettişi olarak çıktığı Samsun’da atmış, “Türk devletleri ebed müddettir.” düsturu ile Türkiye Cumhuriyetini bu topraklar üzerinde kurmuştur. Bu hususta Atatürk, Nutuk’ta şöyle diyor:

“Gerçekte içinde bulunduğumuz o tarihte Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş ömrü tamamlanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı.  Son mesele bunun da taksimini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamını yitirmiş boş sözlerden ibaretti. Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ne gibi yardım sağlanmak isteniyordu. O halde ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi. Efendiler, bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da milli hakimiyete dayanan kayıtsız şartsız yeni bir Türk devleti”.

        Milli mücadele döneminde hemen hemen herkesin hem fikir olduğu yeni bir devlet düşüncesi bu nedenle fazla bir şaşkınlık yaratmamıştır. Zira Atatürk, bunun için şartları oluşturmuş fakat devletin adını koymamıştır. Atatürk’ün  “en kuvvetli zamanımız” dediği 29 Ekim 1923’te milli mücadeleyi zaferle sona erdiren Türkiye Büyük Millet Meclisinin en büyük siyasi kararı, Türkiye Cumhuriyeti olarak tarihe geçmiştir.
      Ulusal basın ve batı basınında da geniş yer bulan cumhuriyetin ilanı yerel basında da gereken payını almış yurdun her köşesinde bu haber heyecanla karşılanmıştır. Yıllarca süren savaşların hezimetini maddi ve manevi olarak tüm varlığında hisseden Türk halkı bu yeni oluşuma tam destek vermiştir. Öyle ki her yıldönümünde geçmişin izlerini canlı tutacak törenler düzenlenmiştir. İşte ilk kuruluş yıllarında Çorum ilinde yayınlanan Çorum gazetesinde yer alan ifadeler bu bayramların ne kadar candan ve istekle kullandığını göstermektedir. Bu kutlamalara benzer programlar olmasına rağmen 1926 yılında “Çorum” gazetesinde yayımlanan konuşma metinlerinin coşkusu Cumhuriyet fikrinin ne kadar benimsendiğini göstermektedir. Gazetenin baş yazarı Behram Lütfi Efendinin, Ziraat baş mektebi adına Attila Ali Rüştü Beyin, Erkek orta mektebi adına Mahmut Şevket Beyin ve Albayrak kız mektebi adına Rebia Mahmud Hanımefendinin konuşmaları ayrı ayrı incelenmeye değer metinlerdir:
Behram Lütfi Bey cumhuriyetin ilanına kadar yaşanan acı dolu günleri “ Büyük ırkımızın kanla suladığı şu mukaddes toprak, asırlardan beri kim bilir ne kadar kimsesiz mazlum ve masum vücutları örttü…” sözleri ile anlatırken bu acının bedelinin büyüklüğünü  “Yemen’in kumları Türk kemiklerini yuta yuta fosfor püskürtüyordu. Arnavutluğun boş, kara yalçın dağları Türk şehitlerinin taş mezarını teşkil edecek kadar küçüldü de…” şeklinde dile getirmiştir. Atilla Rüştü Bey ise konuşmasında Türk milletinin esaret zincirini nasıl kırdığını ve zafere nasıl ulaştığını belirttikten sonra heyecanını “Yaşasın milli hakimiyet” sözleri ile ifade etmiştir. Rebia Mahmud Hanımefendi ise cumhuriyetin getirdiği eğitim sistemini ele almış ve “Ruhum mektepler, bedenim mekteplilerdir. Yasasın Türkiye cumhuriyetinin hür mektepleri” cümleleri ile duygularını dile getirmiştir.
Cumhuriyetin ilanının müstesna bir gün oluşunun idrakinde olan Çorumlu idari amirlerin bu hassasiyetine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk de kayıtsız kalmamış ve zamanın valisi merhum Faiz Beyefendiye şu telgrafı göndermiştir:

“Çorum Valisi Faiz Beyefendiye;

Cumhuriyetin yıldönümü münasebetiyle vuku’ bulan tebrikât ve izhâr buyurulan hissiyata teşekkür ederim. 31/10/1926
                                                           REİS-İ CUMHUR GAZİ MUSTAFA KEMAL”

Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında Cumhuriyet bayramının nasıl coşkuyla kutlandığı,  insanların nasıl her şeyin farkında olduğu belki de acı yılların fazla geride olmayışı ve yaraların henüz kapanmamış olması ile açıklanabilir.  Fakat yıllar geçtikçe bu törenlerin sembolik bir görüntü haline gelmesi, tarih bilincinin göz ardı edilmesinden ve manevi değerlere gerekli hassasiyetin gösterilmemesinden olabilir. Ya da sosyologlar bunun nedenlerini daha iyi irdeleyebilirler.
Bize göre Türkiye Cumhuriyetinin resmi başlangıcı olan 29 Ekim 1923 tarihinin öncesi ve sonrasının teorik bilgilerinin yanında hissiyatı da yeni nesillere duyurulmalıdır.    

Çorum Gazetesi:
1926 Teşrini-i Sani No:303
Cumhuriyet Bayramı;
Bu seneki bayram pek coşkun ve hararetli geçti. Şehir baştan başa süslendi. Hele mekteplerin, mekteplilerin samimi ve candan tezahüratı pek mükemmeldi.

Gazetenin başyazarı muallim Behram Lütfi Bey tarafından îrad edilen nutuk:
“Muhterem hanım ve beyefendiler, aziz milletim;
Bu büyük ve pek kutsi günü huzurunuzda tes’id ederken, tarihimizin hicran, kan, fecaat dolu sahifeleri karşısında bir lahza tevfik etmek isterim. Büyük ırkımızın kanla suladığı şu mukaddes toprak, asırlardan beri kim bilir ne kadar bîgâne, mazlum ve masum vücutları örttü. Ülkemizin sevgili bucaklarında kim bilir ne kadar “âşiyân-ı saadet” harabeye döndü. Kim bilir ne kadar Türk kızı, Türk kadını saçlarını yola yola evlat hasretiyle, yavuklu muhabbetiyle ciğerini kopardı da mezara girdi. Kim bilir kaç milyon çocuk yetim, bîkes kaldı da başını ebediyete çevirdi, gözlerini yumdu. Kim bilir şu Anadolu dağları kaç asır enin ve vaveylaya muakkis oldu. Ovalar kanla sulandı. Bucaklar vahşetle, mezalimle sarıldı. Anayurtlar yâd ellere gitti. Bir gün olsun bile yüzümüzü saadete çevirip de gülmedik, ağladık. Dağlarımız, taşlarımız, evlerimiz, her şeyimiz ağladı… Bakınız! Dünkü sima-yı hazinemiz yüzümüzün işmi’zâz belli oluyor. Bütün bu buruşuk alınlar bu eğrilen âmûd-u  fakrîler, bükülen boyunlar hep o kara günlerin nişanesi değil midir?
            Niçin evet niçin ölüyorduk ve niçin öldürüyorduk? “Yemen’in kumları Türk kemiklerini yuta yuta fosfor püskürtüyordu. Arnavutluğun boş, kara, yalçın dağları Türk şühedasının seng mezarını teşkil edecek kadar küçüldü de “Osmanlılık” denilen o meş’um idare yine öldürecek vücut, boğacak Türk buldu. Neslimiz inkiraza, milli mefahiremiz günden güne nisyana gidiyordu. Osmanlı tarihinin son darbesi bir avuç varlığımızı da son dişiyle, son tırnağıyla kemirirken bile mütevekkil, mazlum bir vaziyete câmid cisimler gibi yuvarlanıp duruyorduk. Niçin, evet bu kadar zelil bir akıbet niçin? Bakınız bu facia tu’dad edilirken bile ihtiyar tarih dişsiz ağzını açmış da bize sırıtıyor. Tarihin karalarla örttüğü hûnrîz devri bir kelime ile izah ve ikhâm edebiliriz: Padişahlık.”

Mıntıka Ziraat Mektebi namına Attila Ali Rüştü Bey tarafından îrad edilen nutuk:
“Muhterem hanımlar, beyler;
Tarihin doğduğu günden beri koca Asya’nın sahip ve kahramanı olarak hür ve mesut yaşayan necib Türk milletinin sevgili vatanda bütün gönülleri yakan, insanları ve insanlığı pây-ı mal eden hazin bir inkiraz ve izmihlalin pek müthiş ve pek kara emareleri karşısında idik. Arkıt bütün ümitler sönmüş, kalpler durmuş, mukaddes vatanımızın hür ve mesut ufukları kapkara esaret zincirinin korkunç ve muzallim halleriyle örtülmeye başlamıştı. Yaşasın hakimiyet-i milliye, kahrolsun saltanat-ı ferdiye!”

Erkek Orta Mektebi namına Mahmut Şevket Bey tarafından îrad edilen nutuk:
“Aziz ırkımın hür milleti;
Kocamış tarihin kanlı yaprakları arasında büyük ırkımızın geçirdiği edvar-ı fecayi’ bize derin birer ders-i tenkîz verdi. İntibaatımız o kadar dalgın ki bu günü tes’id ederken dünün zulmet dolu günleri karşısında nefretle titriyoruz
…asırlardır milletimizin başında baykuş gibi tüneyen, kanlı tırnaklarıyla Türk ruhunu didikleyen Padişahlık…”

Albayrak İlk Kız Mektebinin Cumhuriyeti temsil eden Rebîa Mahmut Hanım’ın hitabesi;
            “Ruhum mektepler, bedenim mektepliler, yaşasın Türkiye Cumhuriyetinin hür mektepleri.”

31 Teşrin-i Evvel 1926
“Muhterem hanım ve beyefendiler;
Her milletin sevinçle sürurla karşıladığı günleri olduğu gibi, matemle, hüsranla, hicranla yad edeceği günleri de mevcuttur. Ne bedbaht millettir ki varlıklarını nisyana gömerler. Aciz, zayıf bir halde kendi vücutlarını yabancıların yedd-i ihtirasına tevdi’ ederler. Sonra kendileri âtıl, metruk, cesam gibi taş kesilirler. Tarih-i beşer bütün bu safahatı vüzuhla irâe eder. Fakat dünya karşısında öyle şeci’, öyle kavi’ ve azimkar milletler mevcuttur ki tarihin mümtaz ve müstesna sahifeleri içerisinde çerçeveleniyor. Hayatlarını şuur ve idrakle tesis eden mevcudiyetlerini irade ve azimle temin eden akvamın büyük namlarını tarih hiçbir vakit unutmaz! Bütün dünya bilir ki çok asil bir Türk milleti vardır.
…dünyanın göremediği, insanların işitmediği bu hadisenin adına “Türk kudreti” denildi. Bu büyük ve uğurlu mücadelede her kabus toprağa intikal etti. Saltanat gömüldü. Ceberût parçalandı. Türk’ü ezenler Türk’ün ayakları altında can verdi.
…kararan günler bitti, Anadolu’muza yepyeni bir güneş doğdu.”


Bölük kumandanı Halit Bey;
“Cumhuriyet gençleri yürütür, yürütecek…”

Cumhuriyetin ilanının müstesna bir gün oluşunun idrakinde olan Çorumlu idari amirlerin bu hassasiyetine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk de kayıtsız kalmıyor, zamanın valisi merhum Faiz Beyefendiye şu telgrafı göndermiştir:

“Çorum Valisi Faiz Beyefendiye;

Cumhuriyetin yıldönümü münasebetiyle vuku’ bulan tebrikât ve izhâr buyurulan hissiyata teşekkür ederim. 31/10/1926
                                                             REİS-İ CUMHUR GAZİ MUSTAFA KEMAL”








*Bu yazı, 1925–1928 yılları arasında Çorum’da yayımlanan “Çorum Gazetesi”nin tüm sayıları taranarak hazırlanmıştır.

AİT OLMAK

İnsan olmanın gereğidir ait olmak. İnsan kendisini bir yere ait hissetmezse yalnız olduğuna kani olur. Toplumlar da böyledir. Belki de toplum içindeki oluşumlar, gruplar da bu nedenle ortaya çıkmıştır. Fakat görülmeyen, anlaşılmayan şey aidiyetimizi kabul ettirdiğimiz oluşumların bizleri kendi içinde robotlaştırdığıdır. Zira insan; düşünceleriyle özgür, davranışlarıyla tutarlı, hisleriyle malum bir varlık olarak yaşamı boyunca hep bu aidiyeti ister ancak ait olduğunda da bundan istediği ölçüde memnun olmaz. Bu oluşumların kendi içindeki muhalefeti bunun kanıtı değil midir?
Devletler bazında aidiyet kavramı bireysellikten uzak görünse de esasen bundan çok da farklı değildir. Özellikle Türk Devletlerinde devletin temelinin aile müessesesi olduğunu biliyorsak bu genel yargıya varabiliriz. Bu durum farklı objeler ile diğer devletlerde de görülür.
İnsanın toplum, toplumun devlet olma sürecinde ise sadece bu sosyal kalabalığın bir arada olması beklenmez. Çünkü devlet, sadece insanlar grubu değildir. Tanımı hatırlayalım: “Bir milletin belirli bir toprak parçası üzerinde siyasî teşkilatlanması sonucunda ortaya çıkan şahsiyetine DEVLET” denir. Kısaca milletin tek bir şahsiyet olabilme yetisine devlet adını veriyoruz. İlk çağlardan bu yana dünya üzerinde adlarını telaffuz edemeyeceğimiz birçok toplum yaşamıştır. Ancak yine biliyoruz ki bu toplumlardan hemen hepsi devlet olma kabiliyetine sahip olamamışlardır. Bu kabiliyetin oluşması ise tamamen o milletin kültürel birikimi ile maruftur. Bu öncüller ile dünyaya tekrar baktığımızda kendine ait bir kültür ile yoğrulmuş kaç tane devlet görüyoruz?              
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk hâkimiyet anlayışının bir sonucu olarak “Türk Devletleri ebed-müddettir.” ifadesinde yerini bulan bu zincirin bir halkasını daha oluşturmuştur. Yeryüzünde kültüründen uzaklaşan toplumların ne kadar hazin bir şekilde yok olduklarını duyduk ya da buna şahit olduk. Bugün o toplumlara ait kalıntılar (her ne olursa olsun, gerek mimari bir yapıt, gerek kullanılan bir mutfak gereci, gerekse bir zulüm kaseti), gelecek nesillere ders vermek istercesine, o toplumun yaşadığı  hazin yok oluş gerçeğini anlatan bir film midir ya da bir öykü müdür?,,,
Dünya tarihinde etkili olan devletlerin aidiyet politikalarını irdeleyelim: Çok fazla gerilere gitmeye bile gerek yok, önce Fransa ile başlayalım: Fransa’nın ihtilalden sonra ilk ve son İmparatoru Napolyon’un sosyal alanda yaptığı reformları bir yana bırakırsak, onun kişisel politikalarının sonucu olarak ülkesini, diğer Avrupa devletleri karşısında ağır bir bedel ödemeye mahkûm ettiğini görürüz.   Bunun yanında Prusya’yı Almanya yapan Bismarc’ın ustaca ele aldığı devlet politikası ve Almanya’nın bir güç olarak ortaya çıkışı ise tamamen bir devlet adamının ileri görüşlülüğünü ortaya koyar.  Öte yandan Hitler’in dünyayı etkileyen faşist politikası ile birlikte yok oluşu sadece onun günlük politikalarının sonucudur. Ve XX. yüzyılla birlikte dünyaya damgasını vurmaya başlayan Amerika Birleşik Devletleri. Bu devletin politikası kendi kozmopolit kimliğinden olsa gerek “Yenidünya Düzeni, Küresel Politika” olarak adlandırılmıştır. Bu gücünü çeşitli doktrinler şeklinde ortaya koyan ABD yalnızlık politikası sayesinde öngördüğü hedeflere bugün için ulaşmayı başarmıştır. İngiltere ise tamamen farklı bir şekilde dünya politikasında rol almış gibi görünse de aslında onun da asıl gücü kendi içinde oluşturduğu yalnızlık politikasıdır. Bunun en bariz örneğini ait olduğu grubun ortak buluşu olan Euro’yu reddetmesi ile görüyoruz. Tarihte yalnızlık politikası uygulayan ve büyük cihan hâkimiyetini kurduğunu zanneden Moğol İmparatorluğunun ömrü ancak devletin kurucusunun ömrü kadar olmuştur. Ancak yapılan zulümler hala acıyla anılmaktadır.
Türk devletleri tarihine baktığımızda da devletlerarası politikalarda benzerlikler ve farklılıklar görebiliriz. Farklılıkların benzer hale geldiği zamanlarda ise devletlerin ömrünü tamamladığına tanıklık ederiz. Çünkü bir devletin varlığını devam ettirebilmesi diğer unsurların yanı sıra uyguladığı politikalarla mümkündür. Devlet, değişen şartlara uygun şekilde millet menfaatini esas alarak uygulamalarda bulunmalıdır.
Tüm bu örneklere baktığımızda dünya siyasetinde söz sahibi olan devletlerin ne ile başarılı ne ile de başarısız olduklarını görmekteyiz. Napolyon ve Hitler’in kişisel politikaları onların mahvına; Bismarc, Monroe, Eisenhower gibi politikacıların devlet menfaati ile hareket etmeleri onların şahsında devletlerinin bâkî kalmasına neden olmuştur. Demek ki devletler aile müessesesi gibi hareket ettiklerinde birlik menfaati ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Bismarc’ın şu sözünü hatırlamamak mümkün değildir: “Büyük bir devletin, büyük devlet olduğunun başkaları tarafından kabulüne ihtiyaç yoktur. Böyle bir devlet kendi kendisini ortaya koyar.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ise içinde yaşadığı coğrafî konumunda etkisiyle biraz daha fazla dikkatli olması gerekmektedir. Stratejik öneme, çevresindeki devletler ile farklı bir kültüre ve kendi potansiyel gücüne sahip olan ülkemiz yukarıda bahsettiğimiz devletlerden daha orijinal politikalar izlemek, Türk Milletinin yakın, orta ve uzak vadedeki çıkarlarını iyi hesap etmek zorundadır. Belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün uğrunda çok önemli mücadeleler verdiği iç ve dış politikanın kişisel değil toplumsal menfaat içermesi gerektiği yönündeki söylemleri ve çalışmaları yerine ondan sonraki iktidarlarda zaman zaman gördüğümüz, kavramları idolleştirme politikaları başarı ve başarısızlığı daha kolay ayırt etmemizi sağlayacaktır. Bugün içinde bulunduğumuz durumda Avrupa Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti konusu acaba dönemsel çözümler üretmek adına mı gündemde yerini almıştır? Yoksa gerçekten bu birlik ile yaptığımız anlaşmalar gerçekten iki yüz yıllık bir ait olma duygusunun mu bir sonucudur? Avrupa Birliği ve Türkiye’nin bu birliğe dâhil olması üzerinde çok şeyler söylenebilir, söylenecektir de. Ancak bizim burada ortaya koymaya çalıştığımız şey ne için ne yaptığımızdır. Gündemi takip eden toplumumuz statükocu anlayıştan rahatsız olduğunu düşünüp ekonomik anlamda rahatlayacağını, istihdam alanlarının açılacağını umarak bunu tasvip ediyor olabilir. Bu yadsınacak veya eleştirilecek bir mevzu değildir. Fakat yine gündemi takip eden toplumumuz nerelerden nerelere geldiğini, ne için ne feda edilebileceğini düşünecek kadar da sağduyulu bir toplumdur. Biz toplum olarak sahip olduğumuz maddî ve manevî değerlerin ne kadar önemli olduğunu biliriz. Belki yeni nesil, emperyalist düşüncelerin ve üretim toplumlarının tesiriyle bundan uzaklaşmış gibi görünebilir ama düşünce çağında özünden uzaklaşabilecek bir toplum da düşünülemez. Atatürk’ün “Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” tabiri dar bir deyişle, bir bilgisayar kullanıcısının kullandığı aletin aksamını bilmemesi ya da daha geniş bir ifade ile toplumun tüketici olmaya mahkûm edilmiş bir yığın haline gelmesi midir? Elbette değildir, teknoloji ile düşünen bir toplum meydana getirme anlayışının geldiği noktayı görebiliyor musunuz? Hâlbuki insan olmanın gereği düşünmek ve ortaya bir şeyler koymaksa üretken olmanın da zamanı gelmemiş midir?
Türkiye’nin sadece batı uygarlığına endekslenmesi gibi bir durum da söz konusu değildir. Kendi manevi değerlerine binaen İslam Birlikleri içinde de resmen yerini alan Türkiye geçmişte olduğu gibi bugün de yeni uygarlıklar üretmek zorundadır. Ancak milliyetçilik mefhumunun iflas ettiğini iddia eden düşüncelere tokat olabilecek şekilde görüyoruz ki Müslüman Arap Birliği içinde bile Müslüman Türkiye varlığını hissettirememektedir. Bu açıdan bile Avrupa Birliğini değerlendirirsek söylenenin aksine kültürel birikimin bir bölümünü dahi dışarıda bırakacak olsak sonuçta layık olunan mevkiye sahip olabilecek miyiz? Avrupa Birliği bir Hristiyan Kulübü değildir. İslam Birlikleri Arap Konfederasyonu değildir. Peki, yapılanlar yapılacakların teminatı değil midir? Bilim ve Teknolojinin beşiğine talibiz. Peki, matematiksel olarak düşündüğümüzde sonucu görebiliyor muyuz? Bu olanları bir varsayım olarak ele aldığımızda Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” düsturunun “İnsan haklarına sahip çıkılmalı” haline mi gelmesi gerekir? Devletlerarası politikaların menfaat üzerine kurulduğunu düşünüyorsak bu menfaatin aleyhimize işleyebileceğini neden aklımızdan çıkarıyoruz? Elbette bizim söylemimiz diğer ülkeleri tümüyle düşman olarak kabul ederek ülkemiz üzerinde oyunlar oynandığı gibi olumsuzluklarla önyargı oluşturmak değildir. Aksine teraziyi doğru ayarlamak, ölçümleri iyi yapmak ve orjinal fikirler oluşturmak bilimsel düşüncenin de temel yasalarıdır.