Tarih boyunca
insanlık daha iyi bir yaşam tarzı temin edecek beşeri sistem arayışları
içerisinde olmuştur. Bu sistemler öncelikle ütopik olarak ortaya çıkmış daha
sonra hayata geçirilmiştir. Gelinen son nokta ise öncekilerin en iyisidir.
Cumhuriyet rejimi de ilk çağlardan itibaren ülkeler arasında nitelik ve içerik
olarak farklılık gösteren bir sistem olarak karşımıza çıkar. Zamanla demokrasi
mefhumu ile birlikte yoğrulan cumhuriyet rejimi Türkiye Cumhuriyeti de dâhil
olmak üzere daha çok batı toplumlarında uygulama alanı bulmuştur.
Basit
tanımı ile “seçilmiş başkan idaresinde bulunan yönetim” anlamındaki cumhuriyet,
en güzel ifadesini “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” tanımında bulmuştur.
Türk milletinin de genel karakterine uygun olan bu sistem, mahiyeti ta onuncu
yüzyılda Kutatgu Bilig gibi eserlerde
teorik olarak anlamlandırılmış ise de resmen 29 Ekim 1923 tarihinde bir Türk
devletinin adı olmuştur.
Cumhuriyet idaresinin ülkelere intikali Fransız ihtilalinden sonraki yıllara rastlar. On dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren batılı devletlerle olan ilişkilerin siyasi, askeri ve kültürel olarak ilerlemesi Osmanlı aydınlarının bu düşüncelerle yoğrulmasına neden olmuş ve 1876 yılında Osmanlı Devletinde ilk parlamento kurulmuştur. Fakat Osmanlı Devleti aleyhine gelişen askeri ve siyasi olaylar 1918 tarihinde bu devletin fiilen sona ermesine sebep olmuştur.
İşte Mustafa Kemal Atatürk, böyle bir ortamda yetişmiş, aldığı eğitim ve edindiği birikimlerle bir ulusun yıkılıp yok olmasına duyarsız kalmamıştır. Tüm müessesleriyle iflas etmiş olan Osmanlı Devletinde milli iradeyi esas kılarak, milli mücadelenin ilk adımını 1919 yılında IX. Ordu müfettişi olarak çıktığı Samsun’da atmış, “Türk devletleri ebed müddettir.” düsturu ile Türkiye Cumhuriyetini bu topraklar üzerinde kurmuştur. Bu hususta Atatürk, Nutuk’ta şöyle diyor:
“Gerçekte içinde bulunduğumuz o tarihte Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş ömrü tamamlanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamını yitirmiş boş sözlerden ibaretti. Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ne gibi yardım sağlanmak isteniyordu. O halde ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi. Efendiler, bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da milli hakimiyete dayanan kayıtsız şartsız yeni bir Türk devleti”.
Milli mücadele döneminde hemen hemen herkesin hem fikir olduğu yeni bir devlet düşüncesi bu nedenle fazla bir şaşkınlık yaratmamıştır. Zira Atatürk, bunun için şartları oluşturmuş fakat devletin adını koymamıştır. Atatürk’ün “en kuvvetli zamanımız” dediği 29 Ekim 1923’te milli mücadeleyi zaferle sona erdiren Türkiye Büyük Millet Meclisinin en büyük siyasi kararı, Türkiye Cumhuriyeti olarak tarihe geçmiştir.
Ulusal basın ve batı basınında da geniş yer bulan cumhuriyetin ilanı yerel basında da gereken payını almış yurdun her köşesinde bu haber heyecanla karşılanmıştır. Yıllarca süren savaşların hezimetini maddi ve manevi olarak tüm varlığında hisseden Türk halkı bu yeni oluşuma tam destek vermiştir. Öyle ki her yıldönümünde geçmişin izlerini canlı tutacak törenler düzenlenmiştir. İşte ilk kuruluş yıllarında Çorum ilinde yayınlanan Çorum gazetesinde yer alan ifadeler bu bayramların ne kadar candan ve istekle kullandığını göstermektedir. Bu kutlamalara benzer programlar olmasına rağmen 1926 yılında “Çorum” gazetesinde yayımlanan konuşma metinlerinin coşkusu Cumhuriyet fikrinin ne kadar benimsendiğini göstermektedir. Gazetenin baş yazarı Behram Lütfi Efendinin, Ziraat baş mektebi adına Attila Ali Rüştü Beyin, Erkek orta mektebi adına Mahmut Şevket Beyin ve Albayrak kız mektebi adına Rebia Mahmud Hanımefendinin konuşmaları ayrı ayrı incelenmeye değer metinlerdir:
Cumhuriyet idaresinin ülkelere intikali Fransız ihtilalinden sonraki yıllara rastlar. On dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren batılı devletlerle olan ilişkilerin siyasi, askeri ve kültürel olarak ilerlemesi Osmanlı aydınlarının bu düşüncelerle yoğrulmasına neden olmuş ve 1876 yılında Osmanlı Devletinde ilk parlamento kurulmuştur. Fakat Osmanlı Devleti aleyhine gelişen askeri ve siyasi olaylar 1918 tarihinde bu devletin fiilen sona ermesine sebep olmuştur.
İşte Mustafa Kemal Atatürk, böyle bir ortamda yetişmiş, aldığı eğitim ve edindiği birikimlerle bir ulusun yıkılıp yok olmasına duyarsız kalmamıştır. Tüm müessesleriyle iflas etmiş olan Osmanlı Devletinde milli iradeyi esas kılarak, milli mücadelenin ilk adımını 1919 yılında IX. Ordu müfettişi olarak çıktığı Samsun’da atmış, “Türk devletleri ebed müddettir.” düsturu ile Türkiye Cumhuriyetini bu topraklar üzerinde kurmuştur. Bu hususta Atatürk, Nutuk’ta şöyle diyor:
“Gerçekte içinde bulunduğumuz o tarihte Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş ömrü tamamlanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele bunun da taksimini sağlamaya çalışmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun istiklali, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi anlamını yitirmiş boş sözlerden ibaretti. Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ne gibi yardım sağlanmak isteniyordu. O halde ciddi ve gerçek karar ne olabilirdi. Efendiler, bu durum karşısında tek bir karar vardı. O da milli hakimiyete dayanan kayıtsız şartsız yeni bir Türk devleti”.
Milli mücadele döneminde hemen hemen herkesin hem fikir olduğu yeni bir devlet düşüncesi bu nedenle fazla bir şaşkınlık yaratmamıştır. Zira Atatürk, bunun için şartları oluşturmuş fakat devletin adını koymamıştır. Atatürk’ün “en kuvvetli zamanımız” dediği 29 Ekim 1923’te milli mücadeleyi zaferle sona erdiren Türkiye Büyük Millet Meclisinin en büyük siyasi kararı, Türkiye Cumhuriyeti olarak tarihe geçmiştir.
Ulusal basın ve batı basınında da geniş yer bulan cumhuriyetin ilanı yerel basında da gereken payını almış yurdun her köşesinde bu haber heyecanla karşılanmıştır. Yıllarca süren savaşların hezimetini maddi ve manevi olarak tüm varlığında hisseden Türk halkı bu yeni oluşuma tam destek vermiştir. Öyle ki her yıldönümünde geçmişin izlerini canlı tutacak törenler düzenlenmiştir. İşte ilk kuruluş yıllarında Çorum ilinde yayınlanan Çorum gazetesinde yer alan ifadeler bu bayramların ne kadar candan ve istekle kullandığını göstermektedir. Bu kutlamalara benzer programlar olmasına rağmen 1926 yılında “Çorum” gazetesinde yayımlanan konuşma metinlerinin coşkusu Cumhuriyet fikrinin ne kadar benimsendiğini göstermektedir. Gazetenin baş yazarı Behram Lütfi Efendinin, Ziraat baş mektebi adına Attila Ali Rüştü Beyin, Erkek orta mektebi adına Mahmut Şevket Beyin ve Albayrak kız mektebi adına Rebia Mahmud Hanımefendinin konuşmaları ayrı ayrı incelenmeye değer metinlerdir:
Behram Lütfi
Bey cumhuriyetin ilanına kadar yaşanan acı dolu günleri “ Büyük ırkımızın kanla
suladığı şu mukaddes toprak, asırlardan beri kim bilir ne kadar kimsesiz mazlum
ve masum vücutları örttü…” sözleri ile anlatırken bu acının bedelinin
büyüklüğünü “Yemen’in kumları Türk
kemiklerini yuta yuta fosfor püskürtüyordu. Arnavutluğun boş, kara yalçın
dağları Türk şehitlerinin taş mezarını teşkil edecek kadar küçüldü de…”
şeklinde dile getirmiştir. Atilla Rüştü Bey ise konuşmasında Türk milletinin
esaret zincirini nasıl kırdığını ve zafere nasıl ulaştığını belirttikten sonra
heyecanını “Yaşasın milli hakimiyet” sözleri ile ifade etmiştir. Rebia Mahmud
Hanımefendi ise cumhuriyetin getirdiği eğitim sistemini ele almış ve “Ruhum
mektepler, bedenim mekteplilerdir. Yasasın Türkiye cumhuriyetinin hür
mektepleri” cümleleri ile duygularını dile getirmiştir.
Cumhuriyetin ilanının müstesna bir gün oluşunun idrakinde olan Çorumlu idari amirlerin bu hassasiyetine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk de kayıtsız kalmamış ve zamanın valisi merhum Faiz Beyefendiye şu telgrafı göndermiştir:
Cumhuriyetin ilanının müstesna bir gün oluşunun idrakinde olan Çorumlu idari amirlerin bu hassasiyetine Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk de kayıtsız kalmamış ve zamanın valisi merhum Faiz Beyefendiye şu telgrafı göndermiştir:
“Çorum Valisi Faiz Beyefendiye;
Cumhuriyetin yıldönümü münasebetiyle vuku’ bulan tebrikât ve izhâr
buyurulan hissiyata teşekkür ederim. 31/10/1926
REİS-İ CUMHUR GAZİ MUSTAFA KEMAL”
Türkiye
Cumhuriyetinin ilk yıllarında Cumhuriyet bayramının nasıl coşkuyla kutlandığı, insanların nasıl her şeyin farkında olduğu
belki de acı yılların fazla geride olmayışı ve yaraların henüz kapanmamış
olması ile açıklanabilir. Fakat yıllar
geçtikçe bu törenlerin sembolik bir görüntü haline gelmesi, tarih bilincinin
göz ardı edilmesinden ve manevi değerlere gerekli hassasiyetin
gösterilmemesinden olabilir. Ya da sosyologlar bunun nedenlerini daha iyi
irdeleyebilirler.
Bize göre
Türkiye Cumhuriyetinin resmi başlangıcı olan 29 Ekim 1923 tarihinin öncesi ve
sonrasının teorik bilgilerinin yanında hissiyatı da yeni nesillere
duyurulmalıdır.
Çorum Gazetesi:
1926 Teşrini-i Sani No:303
Cumhuriyet Bayramı;
Bu seneki bayram pek coşkun ve
hararetli geçti. Şehir baştan başa süslendi. Hele mekteplerin, mekteplilerin
samimi ve candan tezahüratı pek mükemmeldi.
Gazetenin başyazarı muallim
Behram Lütfi Bey tarafından îrad edilen nutuk:
“Muhterem hanım ve beyefendiler,
aziz milletim;
Bu büyük ve pek kutsi günü
huzurunuzda tes’id ederken, tarihimizin hicran, kan, fecaat dolu sahifeleri
karşısında bir lahza tevfik etmek isterim. Büyük ırkımızın kanla suladığı şu
mukaddes toprak, asırlardan beri kim bilir ne kadar bîgâne, mazlum ve masum
vücutları örttü. Ülkemizin sevgili bucaklarında kim bilir ne kadar “âşiyân-ı
saadet” harabeye döndü. Kim bilir ne kadar Türk kızı, Türk kadını saçlarını
yola yola evlat hasretiyle, yavuklu muhabbetiyle ciğerini kopardı da mezara
girdi. Kim bilir kaç milyon çocuk yetim, bîkes kaldı da başını ebediyete
çevirdi, gözlerini yumdu. Kim bilir şu Anadolu dağları kaç asır enin ve
vaveylaya muakkis oldu. Ovalar kanla sulandı. Bucaklar vahşetle, mezalimle
sarıldı. Anayurtlar yâd ellere gitti. Bir gün olsun bile yüzümüzü saadete
çevirip de gülmedik, ağladık. Dağlarımız, taşlarımız, evlerimiz, her şeyimiz
ağladı… Bakınız! Dünkü sima-yı hazinemiz yüzümüzün işmi’zâz belli oluyor. Bütün
bu buruşuk alınlar bu eğrilen âmûd-u
fakrîler, bükülen boyunlar hep o kara günlerin nişanesi değil midir?
Niçin
evet niçin ölüyorduk ve niçin öldürüyorduk? “Yemen’in kumları Türk kemiklerini
yuta yuta fosfor püskürtüyordu. Arnavutluğun boş, kara, yalçın dağları Türk
şühedasının seng mezarını teşkil edecek kadar küçüldü de “Osmanlılık” denilen o
meş’um idare yine öldürecek vücut, boğacak Türk buldu. Neslimiz inkiraza, milli
mefahiremiz günden güne nisyana gidiyordu. Osmanlı tarihinin son darbesi bir
avuç varlığımızı da son dişiyle, son tırnağıyla kemirirken bile mütevekkil,
mazlum bir vaziyete câmid cisimler gibi yuvarlanıp duruyorduk. Niçin, evet bu
kadar zelil bir akıbet niçin? Bakınız bu facia tu’dad edilirken bile ihtiyar
tarih dişsiz ağzını açmış da bize sırıtıyor. Tarihin karalarla örttüğü hûnrîz
devri bir kelime ile izah ve ikhâm edebiliriz: Padişahlık.”
Mıntıka Ziraat Mektebi namına
Attila Ali Rüştü Bey tarafından îrad edilen nutuk:
“Muhterem
hanımlar, beyler;
Tarihin
doğduğu günden beri koca Asya’nın sahip ve kahramanı olarak hür ve mesut
yaşayan necib Türk milletinin sevgili vatanda bütün gönülleri yakan, insanları
ve insanlığı pây-ı mal eden hazin bir inkiraz ve izmihlalin pek müthiş ve pek
kara emareleri karşısında idik. Arkıt bütün ümitler sönmüş, kalpler durmuş,
mukaddes vatanımızın hür ve mesut ufukları kapkara esaret zincirinin korkunç ve
muzallim halleriyle örtülmeye başlamıştı. Yaşasın hakimiyet-i milliye,
kahrolsun saltanat-ı ferdiye!”
Erkek Orta Mektebi namına Mahmut
Şevket Bey tarafından îrad edilen nutuk:
“Aziz ırkımın
hür milleti;
Kocamış
tarihin kanlı yaprakları arasında büyük ırkımızın geçirdiği edvar-ı fecayi’
bize derin birer ders-i tenkîz verdi. İntibaatımız o kadar dalgın ki bu günü
tes’id ederken dünün zulmet dolu günleri karşısında nefretle titriyoruz
…asırlardır
milletimizin başında baykuş gibi tüneyen, kanlı tırnaklarıyla Türk ruhunu
didikleyen Padişahlık…”
Albayrak İlk Kız Mektebinin
Cumhuriyeti temsil eden Rebîa Mahmut Hanım’ın hitabesi;
“Ruhum
mektepler, bedenim mektepliler, yaşasın Türkiye Cumhuriyetinin hür mektepleri.”
31 Teşrin-i Evvel 1926
“Muhterem
hanım ve beyefendiler;
Her milletin
sevinçle sürurla karşıladığı günleri olduğu gibi, matemle, hüsranla, hicranla
yad edeceği günleri de mevcuttur. Ne bedbaht millettir ki varlıklarını nisyana
gömerler. Aciz, zayıf bir halde kendi vücutlarını yabancıların yedd-i
ihtirasına tevdi’ ederler. Sonra kendileri âtıl, metruk, cesam gibi taş
kesilirler. Tarih-i beşer bütün bu safahatı vüzuhla irâe eder. Fakat dünya
karşısında öyle şeci’, öyle kavi’ ve azimkar milletler mevcuttur ki tarihin
mümtaz ve müstesna sahifeleri içerisinde çerçeveleniyor. Hayatlarını şuur ve
idrakle tesis eden mevcudiyetlerini irade ve azimle temin eden akvamın büyük
namlarını tarih hiçbir vakit unutmaz! Bütün dünya bilir ki çok asil bir Türk
milleti vardır.
…dünyanın
göremediği, insanların işitmediği bu hadisenin adına “Türk kudreti” denildi. Bu
büyük ve uğurlu mücadelede her kabus toprağa intikal etti. Saltanat gömüldü.
Ceberût parçalandı. Türk’ü ezenler Türk’ün ayakları altında can verdi.
…kararan
günler bitti, Anadolu’muza yepyeni bir güneş doğdu.”
Bölük kumandanı Halit Bey;
“Cumhuriyet
gençleri yürütür, yürütecek…”
Cumhuriyetin ilanının müstesna bir
gün oluşunun idrakinde olan Çorumlu idari amirlerin bu hassasiyetine
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk de kayıtsız kalmıyor, zamanın valisi merhum
Faiz Beyefendiye şu telgrafı göndermiştir:
“Çorum Valisi Faiz Beyefendiye;
Cumhuriyetin yıldönümü münasebetiyle vuku’ bulan tebrikât ve izhâr
buyurulan hissiyata teşekkür ederim. 31/10/1926
REİS-İ CUMHUR GAZİ MUSTAFA KEMAL”
*Bu yazı, 1925–1928 yılları arasında Çorum’da
yayımlanan “Çorum Gazetesi”nin tüm sayıları taranarak hazırlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder