İnsan olmanın gereğidir ait olmak. İnsan kendisini bir yere ait
hissetmezse yalnız olduğuna kani olur. Toplumlar da böyledir. Belki de toplum
içindeki oluşumlar, gruplar da bu nedenle ortaya çıkmıştır. Fakat görülmeyen,
anlaşılmayan şey aidiyetimizi kabul ettirdiğimiz oluşumların bizleri kendi
içinde robotlaştırdığıdır. Zira insan; düşünceleriyle özgür, davranışlarıyla
tutarlı, hisleriyle malum bir varlık olarak yaşamı boyunca hep bu aidiyeti
ister ancak ait olduğunda da bundan istediği ölçüde memnun olmaz. Bu
oluşumların kendi içindeki muhalefeti bunun kanıtı değil midir?
Devletler bazında aidiyet kavramı bireysellikten uzak görünse de esasen
bundan çok da farklı değildir. Özellikle Türk Devletlerinde devletin temelinin
aile müessesesi olduğunu biliyorsak bu genel yargıya varabiliriz. Bu durum farklı
objeler ile diğer devletlerde de görülür.
İnsanın toplum, toplumun devlet olma sürecinde ise sadece bu sosyal
kalabalığın bir arada olması beklenmez. Çünkü devlet, sadece insanlar grubu değildir.
Tanımı hatırlayalım: “Bir milletin belirli bir toprak parçası üzerinde siyasî
teşkilatlanması sonucunda ortaya çıkan şahsiyetine DEVLET” denir. Kısaca
milletin tek bir şahsiyet olabilme yetisine devlet adını veriyoruz. İlk çağlardan
bu yana dünya üzerinde adlarını telaffuz edemeyeceğimiz birçok toplum
yaşamıştır. Ancak yine biliyoruz ki bu toplumlardan hemen hepsi devlet olma
kabiliyetine sahip olamamışlardır. Bu kabiliyetin oluşması ise tamamen o
milletin kültürel birikimi ile maruftur. Bu öncüller ile dünyaya tekrar
baktığımızda kendine ait bir kültür ile yoğrulmuş kaç tane devlet
görüyoruz?
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk hâkimiyet anlayışının bir sonucu
olarak “Türk Devletleri ebed-müddettir.” ifadesinde yerini bulan bu zincirin
bir halkasını daha oluşturmuştur. Yeryüzünde kültüründen uzaklaşan toplumların ne
kadar hazin bir şekilde yok olduklarını duyduk ya da buna şahit olduk. Bugün o
toplumlara ait kalıntılar (her ne olursa olsun, gerek mimari bir yapıt, gerek
kullanılan bir mutfak gereci, gerekse bir zulüm kaseti), gelecek nesillere ders
vermek istercesine, o toplumun yaşadığı hazin yok oluş gerçeğini anlatan bir film
midir ya da bir öykü müdür?,,,
Dünya tarihinde etkili olan devletlerin aidiyet politikalarını
irdeleyelim: Çok fazla gerilere gitmeye bile gerek yok, önce Fransa ile
başlayalım: Fransa’nın ihtilalden sonra ilk ve son İmparatoru Napolyon’un sosyal
alanda yaptığı reformları bir yana bırakırsak, onun kişisel politikalarının
sonucu olarak ülkesini, diğer Avrupa devletleri karşısında ağır bir bedel ödemeye
mahkûm ettiğini görürüz. Bunun yanında Prusya’yı Almanya yapan
Bismarc’ın ustaca ele aldığı devlet politikası ve Almanya’nın bir güç olarak
ortaya çıkışı ise tamamen bir devlet adamının ileri görüşlülüğünü ortaya koyar.
Öte yandan Hitler’in dünyayı etkileyen
faşist politikası ile birlikte yok oluşu sadece onun günlük politikalarının
sonucudur. Ve XX. yüzyılla birlikte dünyaya damgasını vurmaya başlayan Amerika
Birleşik Devletleri. Bu devletin politikası kendi kozmopolit kimliğinden olsa
gerek “Yenidünya Düzeni, Küresel Politika” olarak adlandırılmıştır. Bu gücünü
çeşitli doktrinler şeklinde ortaya koyan ABD yalnızlık politikası sayesinde öngördüğü
hedeflere bugün için ulaşmayı başarmıştır. İngiltere ise tamamen farklı bir
şekilde dünya politikasında rol almış gibi görünse de aslında onun da asıl gücü
kendi içinde oluşturduğu yalnızlık politikasıdır. Bunun en bariz örneğini ait
olduğu grubun ortak buluşu olan Euro’yu reddetmesi ile görüyoruz. Tarihte
yalnızlık politikası uygulayan ve büyük cihan hâkimiyetini kurduğunu zanneden
Moğol İmparatorluğunun ömrü ancak devletin kurucusunun ömrü kadar olmuştur.
Ancak yapılan zulümler hala acıyla anılmaktadır.
Türk devletleri tarihine baktığımızda da devletlerarası politikalarda benzerlikler
ve farklılıklar görebiliriz. Farklılıkların benzer hale geldiği zamanlarda ise
devletlerin ömrünü tamamladığına tanıklık ederiz. Çünkü bir devletin varlığını
devam ettirebilmesi diğer unsurların yanı sıra uyguladığı politikalarla
mümkündür. Devlet, değişen şartlara uygun şekilde millet menfaatini esas alarak
uygulamalarda bulunmalıdır.
Tüm bu örneklere baktığımızda dünya siyasetinde söz sahibi olan
devletlerin ne ile başarılı ne ile de başarısız olduklarını görmekteyiz.
Napolyon ve Hitler’in kişisel politikaları onların mahvına; Bismarc, Monroe,
Eisenhower gibi politikacıların devlet menfaati ile hareket etmeleri onların
şahsında devletlerinin bâkî kalmasına neden olmuştur. Demek ki devletler aile
müessesesi gibi hareket ettiklerinde birlik menfaati ortaya çıkmaktadır. Bu
durumda Bismarc’ın şu sözünü hatırlamamak mümkün değildir: “Büyük bir devletin,
büyük devlet olduğunun başkaları tarafından kabulüne ihtiyaç yoktur. Böyle bir
devlet kendi kendisini ortaya koyar.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ise içinde yaşadığı coğrafî konumunda
etkisiyle biraz daha fazla dikkatli olması gerekmektedir. Stratejik öneme,
çevresindeki devletler ile farklı bir kültüre ve kendi potansiyel gücüne sahip
olan ülkemiz yukarıda bahsettiğimiz devletlerden daha orijinal politikalar
izlemek, Türk Milletinin yakın, orta ve uzak vadedeki çıkarlarını iyi hesap etmek
zorundadır. Belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün uğrunda
çok önemli mücadeleler verdiği iç ve dış politikanın kişisel değil toplumsal
menfaat içermesi gerektiği yönündeki söylemleri ve çalışmaları yerine ondan
sonraki iktidarlarda zaman zaman gördüğümüz, kavramları idolleştirme
politikaları başarı ve başarısızlığı daha kolay ayırt etmemizi sağlayacaktır.
Bugün içinde bulunduğumuz durumda Avrupa Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti konusu
acaba dönemsel çözümler üretmek adına mı gündemde yerini almıştır? Yoksa
gerçekten bu birlik ile yaptığımız anlaşmalar gerçekten iki yüz yıllık bir ait
olma duygusunun mu bir sonucudur? Avrupa Birliği ve Türkiye’nin bu birliğe dâhil
olması üzerinde çok şeyler söylenebilir, söylenecektir de. Ancak bizim burada
ortaya koymaya çalıştığımız şey ne için ne yaptığımızdır. Gündemi takip eden
toplumumuz statükocu anlayıştan rahatsız olduğunu düşünüp ekonomik anlamda
rahatlayacağını, istihdam alanlarının açılacağını umarak bunu tasvip ediyor
olabilir. Bu yadsınacak veya eleştirilecek bir mevzu değildir. Fakat yine
gündemi takip eden toplumumuz nerelerden nerelere geldiğini, ne için ne feda
edilebileceğini düşünecek kadar da sağduyulu bir toplumdur. Biz toplum olarak
sahip olduğumuz maddî ve manevî değerlerin ne kadar önemli olduğunu biliriz.
Belki yeni nesil, emperyalist düşüncelerin ve üretim toplumlarının tesiriyle
bundan uzaklaşmış gibi görünebilir ama düşünce çağında özünden uzaklaşabilecek
bir toplum da düşünülemez. Atatürk’ün “Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak”
tabiri dar bir deyişle, bir bilgisayar kullanıcısının kullandığı aletin
aksamını bilmemesi ya da daha geniş bir ifade ile toplumun tüketici olmaya mahkûm
edilmiş bir yığın haline gelmesi midir? Elbette değildir, teknoloji ile düşünen
bir toplum meydana getirme anlayışının geldiği noktayı görebiliyor musunuz? Hâlbuki
insan olmanın gereği düşünmek ve ortaya bir şeyler koymaksa üretken olmanın da
zamanı gelmemiş midir?
Türkiye’nin sadece batı uygarlığına endekslenmesi gibi bir durum da söz
konusu değildir. Kendi manevi değerlerine binaen İslam Birlikleri içinde de
resmen yerini alan Türkiye geçmişte olduğu gibi bugün de yeni uygarlıklar
üretmek zorundadır. Ancak milliyetçilik mefhumunun iflas ettiğini iddia eden
düşüncelere tokat olabilecek şekilde görüyoruz ki Müslüman Arap Birliği içinde
bile Müslüman Türkiye varlığını hissettirememektedir. Bu açıdan bile Avrupa
Birliğini değerlendirirsek söylenenin aksine kültürel birikimin bir bölümünü
dahi dışarıda bırakacak olsak sonuçta layık olunan mevkiye sahip olabilecek
miyiz? Avrupa Birliği bir Hristiyan Kulübü değildir. İslam Birlikleri Arap
Konfederasyonu değildir. Peki, yapılanlar yapılacakların teminatı değil midir?
Bilim ve Teknolojinin beşiğine talibiz. Peki, matematiksel olarak
düşündüğümüzde sonucu görebiliyor muyuz? Bu olanları bir varsayım olarak ele
aldığımızda Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” düsturunun “İnsan haklarına
sahip çıkılmalı” haline mi gelmesi gerekir? Devletlerarası politikaların
menfaat üzerine kurulduğunu düşünüyorsak bu menfaatin aleyhimize
işleyebileceğini neden aklımızdan çıkarıyoruz? Elbette bizim söylemimiz diğer
ülkeleri tümüyle düşman olarak kabul ederek ülkemiz üzerinde oyunlar oynandığı
gibi olumsuzluklarla önyargı oluşturmak değildir. Aksine teraziyi doğru ayarlamak,
ölçümleri iyi yapmak ve orjinal fikirler oluşturmak bilimsel düşüncenin de
temel yasalarıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder