8 Mayıs 2012 Salı

AİT OLMAK

İnsan olmanın gereğidir ait olmak. İnsan kendisini bir yere ait hissetmezse yalnız olduğuna kani olur. Toplumlar da böyledir. Belki de toplum içindeki oluşumlar, gruplar da bu nedenle ortaya çıkmıştır. Fakat görülmeyen, anlaşılmayan şey aidiyetimizi kabul ettirdiğimiz oluşumların bizleri kendi içinde robotlaştırdığıdır. Zira insan; düşünceleriyle özgür, davranışlarıyla tutarlı, hisleriyle malum bir varlık olarak yaşamı boyunca hep bu aidiyeti ister ancak ait olduğunda da bundan istediği ölçüde memnun olmaz. Bu oluşumların kendi içindeki muhalefeti bunun kanıtı değil midir?
Devletler bazında aidiyet kavramı bireysellikten uzak görünse de esasen bundan çok da farklı değildir. Özellikle Türk Devletlerinde devletin temelinin aile müessesesi olduğunu biliyorsak bu genel yargıya varabiliriz. Bu durum farklı objeler ile diğer devletlerde de görülür.
İnsanın toplum, toplumun devlet olma sürecinde ise sadece bu sosyal kalabalığın bir arada olması beklenmez. Çünkü devlet, sadece insanlar grubu değildir. Tanımı hatırlayalım: “Bir milletin belirli bir toprak parçası üzerinde siyasî teşkilatlanması sonucunda ortaya çıkan şahsiyetine DEVLET” denir. Kısaca milletin tek bir şahsiyet olabilme yetisine devlet adını veriyoruz. İlk çağlardan bu yana dünya üzerinde adlarını telaffuz edemeyeceğimiz birçok toplum yaşamıştır. Ancak yine biliyoruz ki bu toplumlardan hemen hepsi devlet olma kabiliyetine sahip olamamışlardır. Bu kabiliyetin oluşması ise tamamen o milletin kültürel birikimi ile maruftur. Bu öncüller ile dünyaya tekrar baktığımızda kendine ait bir kültür ile yoğrulmuş kaç tane devlet görüyoruz?              
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk hâkimiyet anlayışının bir sonucu olarak “Türk Devletleri ebed-müddettir.” ifadesinde yerini bulan bu zincirin bir halkasını daha oluşturmuştur. Yeryüzünde kültüründen uzaklaşan toplumların ne kadar hazin bir şekilde yok olduklarını duyduk ya da buna şahit olduk. Bugün o toplumlara ait kalıntılar (her ne olursa olsun, gerek mimari bir yapıt, gerek kullanılan bir mutfak gereci, gerekse bir zulüm kaseti), gelecek nesillere ders vermek istercesine, o toplumun yaşadığı  hazin yok oluş gerçeğini anlatan bir film midir ya da bir öykü müdür?,,,
Dünya tarihinde etkili olan devletlerin aidiyet politikalarını irdeleyelim: Çok fazla gerilere gitmeye bile gerek yok, önce Fransa ile başlayalım: Fransa’nın ihtilalden sonra ilk ve son İmparatoru Napolyon’un sosyal alanda yaptığı reformları bir yana bırakırsak, onun kişisel politikalarının sonucu olarak ülkesini, diğer Avrupa devletleri karşısında ağır bir bedel ödemeye mahkûm ettiğini görürüz.   Bunun yanında Prusya’yı Almanya yapan Bismarc’ın ustaca ele aldığı devlet politikası ve Almanya’nın bir güç olarak ortaya çıkışı ise tamamen bir devlet adamının ileri görüşlülüğünü ortaya koyar.  Öte yandan Hitler’in dünyayı etkileyen faşist politikası ile birlikte yok oluşu sadece onun günlük politikalarının sonucudur. Ve XX. yüzyılla birlikte dünyaya damgasını vurmaya başlayan Amerika Birleşik Devletleri. Bu devletin politikası kendi kozmopolit kimliğinden olsa gerek “Yenidünya Düzeni, Küresel Politika” olarak adlandırılmıştır. Bu gücünü çeşitli doktrinler şeklinde ortaya koyan ABD yalnızlık politikası sayesinde öngördüğü hedeflere bugün için ulaşmayı başarmıştır. İngiltere ise tamamen farklı bir şekilde dünya politikasında rol almış gibi görünse de aslında onun da asıl gücü kendi içinde oluşturduğu yalnızlık politikasıdır. Bunun en bariz örneğini ait olduğu grubun ortak buluşu olan Euro’yu reddetmesi ile görüyoruz. Tarihte yalnızlık politikası uygulayan ve büyük cihan hâkimiyetini kurduğunu zanneden Moğol İmparatorluğunun ömrü ancak devletin kurucusunun ömrü kadar olmuştur. Ancak yapılan zulümler hala acıyla anılmaktadır.
Türk devletleri tarihine baktığımızda da devletlerarası politikalarda benzerlikler ve farklılıklar görebiliriz. Farklılıkların benzer hale geldiği zamanlarda ise devletlerin ömrünü tamamladığına tanıklık ederiz. Çünkü bir devletin varlığını devam ettirebilmesi diğer unsurların yanı sıra uyguladığı politikalarla mümkündür. Devlet, değişen şartlara uygun şekilde millet menfaatini esas alarak uygulamalarda bulunmalıdır.
Tüm bu örneklere baktığımızda dünya siyasetinde söz sahibi olan devletlerin ne ile başarılı ne ile de başarısız olduklarını görmekteyiz. Napolyon ve Hitler’in kişisel politikaları onların mahvına; Bismarc, Monroe, Eisenhower gibi politikacıların devlet menfaati ile hareket etmeleri onların şahsında devletlerinin bâkî kalmasına neden olmuştur. Demek ki devletler aile müessesesi gibi hareket ettiklerinde birlik menfaati ortaya çıkmaktadır. Bu durumda Bismarc’ın şu sözünü hatırlamamak mümkün değildir: “Büyük bir devletin, büyük devlet olduğunun başkaları tarafından kabulüne ihtiyaç yoktur. Böyle bir devlet kendi kendisini ortaya koyar.”
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ise içinde yaşadığı coğrafî konumunda etkisiyle biraz daha fazla dikkatli olması gerekmektedir. Stratejik öneme, çevresindeki devletler ile farklı bir kültüre ve kendi potansiyel gücüne sahip olan ülkemiz yukarıda bahsettiğimiz devletlerden daha orijinal politikalar izlemek, Türk Milletinin yakın, orta ve uzak vadedeki çıkarlarını iyi hesap etmek zorundadır. Belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün uğrunda çok önemli mücadeleler verdiği iç ve dış politikanın kişisel değil toplumsal menfaat içermesi gerektiği yönündeki söylemleri ve çalışmaları yerine ondan sonraki iktidarlarda zaman zaman gördüğümüz, kavramları idolleştirme politikaları başarı ve başarısızlığı daha kolay ayırt etmemizi sağlayacaktır. Bugün içinde bulunduğumuz durumda Avrupa Birliği ve Türkiye Cumhuriyeti konusu acaba dönemsel çözümler üretmek adına mı gündemde yerini almıştır? Yoksa gerçekten bu birlik ile yaptığımız anlaşmalar gerçekten iki yüz yıllık bir ait olma duygusunun mu bir sonucudur? Avrupa Birliği ve Türkiye’nin bu birliğe dâhil olması üzerinde çok şeyler söylenebilir, söylenecektir de. Ancak bizim burada ortaya koymaya çalıştığımız şey ne için ne yaptığımızdır. Gündemi takip eden toplumumuz statükocu anlayıştan rahatsız olduğunu düşünüp ekonomik anlamda rahatlayacağını, istihdam alanlarının açılacağını umarak bunu tasvip ediyor olabilir. Bu yadsınacak veya eleştirilecek bir mevzu değildir. Fakat yine gündemi takip eden toplumumuz nerelerden nerelere geldiğini, ne için ne feda edilebileceğini düşünecek kadar da sağduyulu bir toplumdur. Biz toplum olarak sahip olduğumuz maddî ve manevî değerlerin ne kadar önemli olduğunu biliriz. Belki yeni nesil, emperyalist düşüncelerin ve üretim toplumlarının tesiriyle bundan uzaklaşmış gibi görünebilir ama düşünce çağında özünden uzaklaşabilecek bir toplum da düşünülemez. Atatürk’ün “Muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak” tabiri dar bir deyişle, bir bilgisayar kullanıcısının kullandığı aletin aksamını bilmemesi ya da daha geniş bir ifade ile toplumun tüketici olmaya mahkûm edilmiş bir yığın haline gelmesi midir? Elbette değildir, teknoloji ile düşünen bir toplum meydana getirme anlayışının geldiği noktayı görebiliyor musunuz? Hâlbuki insan olmanın gereği düşünmek ve ortaya bir şeyler koymaksa üretken olmanın da zamanı gelmemiş midir?
Türkiye’nin sadece batı uygarlığına endekslenmesi gibi bir durum da söz konusu değildir. Kendi manevi değerlerine binaen İslam Birlikleri içinde de resmen yerini alan Türkiye geçmişte olduğu gibi bugün de yeni uygarlıklar üretmek zorundadır. Ancak milliyetçilik mefhumunun iflas ettiğini iddia eden düşüncelere tokat olabilecek şekilde görüyoruz ki Müslüman Arap Birliği içinde bile Müslüman Türkiye varlığını hissettirememektedir. Bu açıdan bile Avrupa Birliğini değerlendirirsek söylenenin aksine kültürel birikimin bir bölümünü dahi dışarıda bırakacak olsak sonuçta layık olunan mevkiye sahip olabilecek miyiz? Avrupa Birliği bir Hristiyan Kulübü değildir. İslam Birlikleri Arap Konfederasyonu değildir. Peki, yapılanlar yapılacakların teminatı değil midir? Bilim ve Teknolojinin beşiğine talibiz. Peki, matematiksel olarak düşündüğümüzde sonucu görebiliyor muyuz? Bu olanları bir varsayım olarak ele aldığımızda Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” düsturunun “İnsan haklarına sahip çıkılmalı” haline mi gelmesi gerekir? Devletlerarası politikaların menfaat üzerine kurulduğunu düşünüyorsak bu menfaatin aleyhimize işleyebileceğini neden aklımızdan çıkarıyoruz? Elbette bizim söylemimiz diğer ülkeleri tümüyle düşman olarak kabul ederek ülkemiz üzerinde oyunlar oynandığı gibi olumsuzluklarla önyargı oluşturmak değildir. Aksine teraziyi doğru ayarlamak, ölçümleri iyi yapmak ve orjinal fikirler oluşturmak bilimsel düşüncenin de temel yasalarıdır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder